Luther Childs Crowell (ABD) çocukken kağıtlara çok düşkündü; komşularının onu sık sık saatlerce oturup kağıtları farklı biçimlerde katlayarak çeşitli biçim ve tasarımlar yaparken gördükleri söylenir. Ne var ki, ilk buluşunun kağtla hiçbir ilgisi yoktu.
1862 yılında “uçuş makinası” için patent almıştı. Yine de, çocukluğundan beri tutkusu olan alana dönmesi çok sürmedi ve 1867′de bir kesekağıdının ağzını, doldururken açık tutacak, sonrada hava almayacak şekilde kapanmasını sağlayacak ince metal şeritlerin kullanımıyla ilgili patenleri aldı.
ABD’deki süpermarketlerde bugün hala kullanılan kare tabanlı kesekağıtlarının patentini ise beş yıl sonra aldı. Aslında kare tabanlı kesekağıtlarını ilk akıl eden kişi Crowell değildi -bu onur 1869 yılında, “dün ya da okul çantası tabanlı kağıt torbayı” icat eden ve “kesekağıdının anası” olarak anılan Margaret Knight’a aittir.
Bunun farkında olduğu, Crowell’in patent başvurusunda dile getirdiği şu sözlerden anlaşılır: “Daha önce de içi doldurulduğunda dörtgen biçimini alan kesekağıtlarının yapıldığını biliyorum; ancak, burada anlatılan yöntem, mevcutlarının içinde en basiti ve kullanışlı olanıdır.” Patent bürosu başvuruyu kabul etti ve biri yöntemi için, diğeri de uzun bir kağıt tüpünden seri üretimi amacıyla kullanılacak makinesi için olmak üzere, Crowell’e iki patent verdi.
On yıl sonra, baskıdan çıkan gazeteleri katlayan bir makina icat etti. Bunu ilk kullanan Boston Herald gazetesi oldu. Bundan iki yıl sonra,daha önce farkında olmadanonun patent haklarını çiğnemiş olan R. Hoe firmasında çalışmaya başladı. Crowell’in fikirlerinin potansiyelini farkeden firma, çiğnediği patnet haklarından gelen telif haklarını ödemiş ve matbaa ve gazete sektöründe yeni buluşlar yapması için onu işe almıştır.
Çok şirin bir iğnelik

çok basit ve çok eğlenceli bir iş.üstelik ortaya çıkan eşya ise çok göz doldurucu..
malzemeleri aşağıda görüyorsunuz:
makas, dikiş iğnesi, iplik, pamuk, kalem ve iki cins kumaş.

aşamalar:
1- kumaşın kenarlarını düz dikişi ile büzgülü bir biçimde dikiyorsunuz



2- içini pamukla dolduruyorsunuz

3- üzerine diğer kumaşımızın alt-ortasından iğnemiz ile ip geçiriyoruz ve bunu sırasıyla kabağımızın alt-ortasına doğru geçirip dilimler dilimler oluşturuyoruz.


4- en son üstteki kumaşı kabağımızn kapağı olarak dikiyoruz

ve işte sonuç:

Dünyanın manyetik alanı nedir?

Dünya küre şeklinde bir mıknatıs gibidir. Bu yüzden etrafında bir manyetik alan vardır. Dünya’nın manyetik alanı, Dünya’nın merkezine konmuş çubuk bir mıknatısın (dipol) oluşturduğu manyetik alana benzer. Bu dipolün ekseni, Dünyanın dönme ekseniyle 11 derecelik bir açı yapar. Bu da coğrafik kuzey ve güney kutuplarının, manyetik kuzey ve güney kutuplarından farklı yerlerde olduğunu gösterir. Dünya’nın manyetik alanı vektörel bir büyüklüktür. Dünya üzerinde herhangi bir yerdeki manyetik alan bu vektörün yönü ve şiddetiyle tanımlanır. Genellikle bu vektörün bileşenleri olan manyetik deklinasyon, D, yatay bileşen, H ve düşey bileşen, Z, ölçülür ve bu üç bileşenden manyetik alanın diğer bütün bileşenleri hesaplanabilir.
Manyetik alan bileşenleri nelerdir?
Manyetik alanı ölçmek için yönü ve şiddeti bulunmalıdır. Yönü tanımlayan parametreler manyetik deklinasyon, D ve inklinasyon, I’dır. D ve I derece cinsinden hesaplanır. Toplam alanın (F) şiddetini ise yatay H, düşey, Z, kuzey X, doğu Y bileşenleri tanımlar. Bu bileşenler Gauss cinsinden ölçülür. (1 Gauss = 1 Oersted) ama güncel birim nanotesladır. (1 nT x 10E5 = 1 Gauss) Yerin manyetik alanı yaklaşık 25000 - 65000 nT arasında değişir. Manyetik deklinasyon manyetik kuzeyle coğrafik kuzey arasındaki açıdır. D deklinasyon açısı coğrafik kuzeyin doğusunda ise pozitif, batısında ise negatif alınır. Manyetik inklinasyon ise yatay düzlemle toplam alan arasındaki açıdır.
Manyetik kutuplar nerededirler?
Manyetik kutuplar inklinasyon açısının 90 derece olduğu bölgelerdir. Ölçülen manyetik kutuplarla, hesaplanan kutuplar iki ayrı kavramdır. Ölçülen manyetik kutuplar arazide (surveying) inklinasyonun dik ölçüldüğü alanlardır, Hesaplanan manyetik kutuplar ise bir manyetik alan modelden inklinasyonun dik hesaplandığı bölgelerdir. Manyetik kutbu tam olarak belirlemek birçok açıdan zor bir iştir. I açısının 90 derece olduğu yer sabit değildir, çok geniş bir alanı kapsar, günlük değişimler ve manyetik fırtınalar nedeniyle yüzlerce kilometre yer değiştirebilir ve doğa koşulları açısındanda ulaşması zor yerlerdedirler. Canadian Geological Survey ve U.S. Naval Oceanographic Office tarafından yapılan tespitlere göre (~1990) ölçülen manyetik kutup noktaları yaklaşık olarak;78.5o N ve 103.4o W, Ellef Ringnes adası, Kanada,65o S ve 139o E , Commonwealth Körfezi, Antartika’dır.IGRF 1995 (International Geomagnetic Reference Field)’ten 1996 ortalarında hesaplanan manyetik kutuplar ise;79 K ve 105.1 B derece,64.7 G ve 138.6 D derecedir.
Manyetik alan Dünyanın değişik yerlerinde farklı değerlere mi sahiptir?
Evet, manyetik alan değişik yerlerde farklı değerlere sahiptirve bölgesel değişimlerin yanısıra zamana bağlı olarak da değişim gösterir. Bu nedenle bir bölgenin manyetik alanını tanımak için, belli aralıklarda sürekli ölçüm yapmak gerekir. Bu ölçümler Dünya yüzeyine yayılmış 200 kadar jeomanyetik rasathane tarafından yapılmaktadır. Manyetik alanın bazı değişmez özellikleride vardır. Kutuplarda eğim açısı (inklinasyon açısı, I) diktir, ve yatay bileşen 0′dır. Kutup üzerinde D açısı tanımsızdır, ölçülemez.
Manyetik alan bileşenleri nelerdir?
Manyetik alanı ölçmek için yönü ve şiddeti bulunmalıdır. Yönü tanımlayan parametreler manyetik deklinasyon, D ve inklinasyon, I’dır. D ve I derece cinsinden hesaplanır. Toplam alanın (F) şiddetini ise yatay H, düşey, Z, kuzey X, doğu Y bileşenleri tanımlar. Bu bileşenler Gauss cinsinden ölçülür. (1 Gauss = 1 Oersted) ama güncel birim nanotesladır. (1 nT x 10E5 = 1 Gauss) Yerin manyetik alanı yaklaşık 25000 - 65000 nT arasında değişir. Manyetik deklinasyon manyetik kuzeyle coğrafik kuzey arasındaki açıdır. D deklinasyon açısı coğrafik kuzeyin doğusunda ise pozitif, batısında ise negatif alınır. Manyetik inklinasyon ise yatay düzlemle toplam alan arasındaki açıdır.
Manyetik kutuplar nerededirler?
Manyetik kutuplar inklinasyon açısının 90 derece olduğu bölgelerdir. Ölçülen manyetik kutuplarla, hesaplanan kutuplar iki ayrı kavramdır. Ölçülen manyetik kutuplar arazide (surveying) inklinasyonun dik ölçüldüğü alanlardır, Hesaplanan manyetik kutuplar ise bir manyetik alan modelden inklinasyonun dik hesaplandığı bölgelerdir. Manyetik kutbu tam olarak belirlemek birçok açıdan zor bir iştir. I açısının 90 derece olduğu yer sabit değildir, çok geniş bir alanı kapsar, günlük değişimler ve manyetik fırtınalar nedeniyle yüzlerce kilometre yer değiştirebilir ve doğa koşulları açısındanda ulaşması zor yerlerdedirler. Canadian Geological Survey ve U.S. Naval Oceanographic Office tarafından yapılan tespitlere göre (~1990) ölçülen manyetik kutup noktaları yaklaşık olarak;78.5o N ve 103.4o W, Ellef Ringnes adası, Kanada,65o S ve 139o E , Commonwealth Körfezi, Antartika’dır.IGRF 1995 (International Geomagnetic Reference Field)’ten 1996 ortalarında hesaplanan manyetik kutuplar ise;79 K ve 105.1 B derece,64.7 G ve 138.6 D derecedir.
Manyetik alan Dünyanın değişik yerlerinde farklı değerlere mi sahiptir?
Evet, manyetik alan değişik yerlerde farklı değerlere sahiptirve bölgesel değişimlerin yanısıra zamana bağlı olarak da değişim gösterir. Bu nedenle bir bölgenin manyetik alanını tanımak için, belli aralıklarda sürekli ölçüm yapmak gerekir. Bu ölçümler Dünya yüzeyine yayılmış 200 kadar jeomanyetik rasathane tarafından yapılmaktadır. Manyetik alanın bazı değişmez özellikleride vardır. Kutuplarda eğim açısı (inklinasyon açısı, I) diktir, ve yatay bileşen 0′dır. Kutup üzerinde D açısı tanımsızdır, ölçülemez.
Pusulanın iğnesi manyetik kutbu mu gösterir?
Hayır, pusulanın mıknatısı bulunduğu yere göre manyetik alanın yatay bileşenin yönünü gösterir (yani tek bir noktayı göstermez).
Manyetik ekvator ne demektir?
Manyetik ekvator eğim açısının (inklinasyon açısı, I) 0 olduğu yerlerdir. Bu bölgelerde manyetik alanın düşey bileşeninin bir değeri yoktur. Manyetik ekvator sabit değildir, çok yavaş da olsa hareket halindenir.Manyetik alan modelleri nelerdir ve bu modellere neden ihtiyaç duyarız?Dünyanın manyetik alanı zaman içinde sürekli değiştiğinden, gelecekte nasıl bir şekilde karşımıza çıkacağını bilemeyiz. Ancak düzenli ölçümler sayesinde seneler içinde nasıl değiştiğini tespit edebiliriz. Bu ölçümler sayesinde manyetik alanı ve nasıl değiştiğini matematiksel olarak resmedebiliriz. Manyetik alan birçok değişik faktöre bağlı olarak değiştiği için önceden belirlemek imkansızdır ve bu yüzden ölçümlerin sürekli ve hassas bir şekilde yapılıp modellenmesi zorunludur. (Manyetik alan modeli örneği: 1990 Deklinasyon Haritası)
Manyetik alan hakkında daha detaylı bilgileri nerden bulabilirim?
Chapman, S. ve Bartels, J., Geomagnetism, Oxford University Press (Clarendon), London and New York, Volumes 1 and 2, 1940.Jacobs, J.A., Geomagnetism, Academic Press Limited, London, Volumes 1, 2, 3 and 4, 1987.Özdoğan, İ., Işıkara, A.M., Orbay, N. Düzgit, Z., Arzmanyetizması İlkeleri ve Uygulamaları, İstanbul Üniversitesi yayınları, Mühendislik Fakültesi, 1986
Hayır, pusulanın mıknatısı bulunduğu yere göre manyetik alanın yatay bileşenin yönünü gösterir (yani tek bir noktayı göstermez).
Manyetik ekvator ne demektir?
Manyetik ekvator eğim açısının (inklinasyon açısı, I) 0 olduğu yerlerdir. Bu bölgelerde manyetik alanın düşey bileşeninin bir değeri yoktur. Manyetik ekvator sabit değildir, çok yavaş da olsa hareket halindenir.Manyetik alan modelleri nelerdir ve bu modellere neden ihtiyaç duyarız?Dünyanın manyetik alanı zaman içinde sürekli değiştiğinden, gelecekte nasıl bir şekilde karşımıza çıkacağını bilemeyiz. Ancak düzenli ölçümler sayesinde seneler içinde nasıl değiştiğini tespit edebiliriz. Bu ölçümler sayesinde manyetik alanı ve nasıl değiştiğini matematiksel olarak resmedebiliriz. Manyetik alan birçok değişik faktöre bağlı olarak değiştiği için önceden belirlemek imkansızdır ve bu yüzden ölçümlerin sürekli ve hassas bir şekilde yapılıp modellenmesi zorunludur. (Manyetik alan modeli örneği: 1990 Deklinasyon Haritası)
Manyetik alan hakkında daha detaylı bilgileri nerden bulabilirim?
Chapman, S. ve Bartels, J., Geomagnetism, Oxford University Press (Clarendon), London and New York, Volumes 1 and 2, 1940.Jacobs, J.A., Geomagnetism, Academic Press Limited, London, Volumes 1, 2, 3 and 4, 1987.Özdoğan, İ., Işıkara, A.M., Orbay, N. Düzgit, Z., Arzmanyetizması İlkeleri ve Uygulamaları, İstanbul Üniversitesi yayınları, Mühendislik Fakültesi, 1986
Sismograf

Depremleri kaydeden, şiddetini, uzaklığını gösteren alete “sismograf” (depremyazar) denir. Sismograf, sarkaç esasına dayanır. Yer sarsıldığı sırada, sarkacın ucundaki yuvarlak ağır topuz, süredurum kanununa uyarak, hareketsiz kalır. Yeryüzünde duran bir kimse, yerle birlikte gidip geldiği için, sarkacı hareket eder gibi görür. Topuzun ucunda bir kalem vardır. Kalemin ucu bîr makara üzerinde sanlı duran kâğıda değer. Yer sarsılınca kâğıt da sağa, sola, yukarı aşağı gidip geleceği, topuz ise hareketsiz duracağı için, kalem kâğıda bu hareketleri çizer.
Bu basit esas üzerine yapılmış olan ilk sismograflar sonradan çok daha gelişmiş, pek duyarlı sismograflar yapılmıştır. Bu arada, bugün rasathanelerde, bir depremi gereği gibi kaydedebilmek için, genel olarak, üç ayrı sismograf kullanılır. Bunlardan biri dikey, ikisi de yatak hareketleri kaydeder. Böylece, bir depremin yönleri belirtilmiş olur.
Sismograflardan petrol aramalarında da faydalanılır: Petrol aranan yerde 20-30 m. derinlikte bir çukur kazılır. Buraya dinamit sarkıtılıp ateşlenir. Bu patlamanın etkisiyle yeraltında ses dalgalan meydana gelir. Ses dalgalarının çeşitli tabakalarda ayrı ayrı hızı olduğuna göre, sarsıntıların sismografla kaydedilen hızından, ses dalgalarının bir petrol tabakasından geçip geçmediği anlaşılır.
Bu basit esas üzerine yapılmış olan ilk sismograflar sonradan çok daha gelişmiş, pek duyarlı sismograflar yapılmıştır. Bu arada, bugün rasathanelerde, bir depremi gereği gibi kaydedebilmek için, genel olarak, üç ayrı sismograf kullanılır. Bunlardan biri dikey, ikisi de yatak hareketleri kaydeder. Böylece, bir depremin yönleri belirtilmiş olur.
Sismograflardan petrol aramalarında da faydalanılır: Petrol aranan yerde 20-30 m. derinlikte bir çukur kazılır. Buraya dinamit sarkıtılıp ateşlenir. Bu patlamanın etkisiyle yeraltında ses dalgalan meydana gelir. Ses dalgalarının çeşitli tabakalarda ayrı ayrı hızı olduğuna göre, sarsıntıların sismografla kaydedilen hızından, ses dalgalarının bir petrol tabakasından geçip geçmediği anlaşılır.
Roma Rakamları

I=1
V=5
X=10
L=50
C=100
D=500
M=1000
Bugün de zaman zaman kullanılan bu harfler, yan yana getirilerek daha büyük sayılar oluşturulabilir. Mesala “35″,”XXXV” şeklinde yazılır.Bu sayılar yazılırken bazı uyulması gereken kurallarda vardır.– Bir harf, en fazla üç defa yan yana yazılabilir.– Bir harfin sağına, kendisinden daha küçük değerli bir harf gelirse, toplanarak okunur.
XII=11 ,
DCX=610 ,
LXXVII= 77 gibi.
–Sol tarafa yazıldığında ise çıkarılır.
XC=90,
IL=49,
CD=400 gibi.
Sadece bir harf yazılabilir.– Hem sağa, hem de sola daha küçük değerli harfler yazılarak farklı rakamlar yazılabilir.
CMLI=951,
XLVII=47,
CDLV=455 gibi.–
Roma rakamı ile yazılabilecek en büyük ve en uzun sayı “3888″ dir.(MMMDCCCLXXXVIII)– Çok sık olmamakla beraber daha büyük sayılara ihtiyaç hissettiklerinde harflerin değerini “1000″ kat arttırmak için üzerlerine çizgi çizmişlerdir.üzerine ben çizgi koyamadım ama üzerinde çizgi varmış gibi düşünürseniz;
V=5000
X=10000
L=50000
C=100000
D=500000
M=1000000
Dört işlem yapma zorluğu sebebi ile günümüzde fazla kullanılmamaktadır. Bazı usuller geliştirilse de çok büyük sayılara sıra gelince yetersiz kalmaktadır. Ancak yine de bazı kitap sayfalarını numaralandırma, madde işaretleri, saatler gibi kullanım alanları vardır.
ilk uzay aracı Sputnik uydusu

Sputnik 1, (Rusça: Спутник-1) dünyanın ilk yapay uydusu. Sputnik serisinden ilk uzay aracı. SSCB tarafından 4 Ekim 1957′de yörüngeye oturtuldu. Sputnik 1′in uzaya gönderilmesi soğuk savaş yıllarında gerçekleşti ve süper güçler arasında yeni bir rekabet olan Uzay Yarışı’nı başlattı.
Uydunun ağırlığı 80 kg olup, çapı 58 cm, yörünge yüksekliği 250 km idi. Küre şeklinde bir gövdesi ve bundan ayrılan 2,4 ila 2,9 m uzunluğunda dört uzun anteni vardı. 20 ve 40 MHz gücünde iki radyo vericisi bulunmaktaydı. Bu radyo sinyalleri iyonosferdeki elektron yoğunluğunu ölçmede kullanıldı. Ayrıca, uydunun iç basıncı ve sıcaklığı da sinyallerle iletiliyordu. Böylece uydu çeperinin bir göktaşı tarafından delinip delinmediği takip edilebiliyordu. Uydunun basınçlı iç bölgesi azot gazıyla doldurulmuştu. Ancak yörünge sırasında uydu çeperinin hiç delinmediği tespit edildi. Bu durum, gelecekteki uzay uçuşları için Dünya yörüngesinin güvenli olduğunu gösteriyordu.
Uydunun ağırlığı 80 kg olup, çapı 58 cm, yörünge yüksekliği 250 km idi. Küre şeklinde bir gövdesi ve bundan ayrılan 2,4 ila 2,9 m uzunluğunda dört uzun anteni vardı. 20 ve 40 MHz gücünde iki radyo vericisi bulunmaktaydı. Bu radyo sinyalleri iyonosferdeki elektron yoğunluğunu ölçmede kullanıldı. Ayrıca, uydunun iç basıncı ve sıcaklığı da sinyallerle iletiliyordu. Böylece uydu çeperinin bir göktaşı tarafından delinip delinmediği takip edilebiliyordu. Uydunun basınçlı iç bölgesi azot gazıyla doldurulmuştu. Ancak yörünge sırasında uydu çeperinin hiç delinmediği tespit edildi. Bu durum, gelecekteki uzay uçuşları için Dünya yörüngesinin güvenli olduğunu gösteriyordu.
Sputnik 1, uzaya SSCB’deki (bugün Kazakistan sınırları içinde kalan) Baykonur Uzay Üssü’nden fırlatıldı. Sputnik kelimesi yoldaş anlamına gelmektedir. Sputnik 1′in resmi adı ise Yapay Dünya Uydusu’dur. Sputnik’in fırlatılışının gerçek nedeni propagandadır, görünüşteki nedense Uluslararası Jeofizik Yılı (1957-1958) çalışmalarına katkı sağlamaktır.
Sovyetler’in Dünya yörüngesine uydu yerleştirebilecek teknolojiyi edindiği anlaşıldığında, Sovyet Bilimler Akademisi’nden Mstislav Keldiş, uzayda çeşitli deneyler yapabilecek bir buçuk tonluk konik bir uydu planladı. Ancak bu sırada Sovyet istihbaratı ABD’nin, uzaya, tek amacı yörüngeye oturup oturmayacağının görülmesi olan “basit bir uydu” göndermek istediğini haber aldı. “Basit uydu” fikrini kapan Sovyetler, geride kalmamak için hızla Sputnik 1′i geliştirdiler. Böylece Dünya yörüngesine daha pahalı uyduların gönderilmesi imkanı da sınanmış olacaktı. Ayrıca, uydu, Ekim Devrimi’nin yıldönümü kutlamalarına yetişecekti. Uydu ve roketin tasarımı Sovyet roket bilimci Korolyov tarafından yapıldı. Aslında, Sputnik 1, ABD’nin “basit uydusu” Vanguard’dan çok daha ağırdı. Aylar sonra Vanguard uydusu yörüngeye girdiğinde, Kruşçev, onunla “greyfurt” diye alay edecekti.
Sputnik 1, pilleri bitinceye kadar üç hafta boyunca sinyal gönderdi. Bundan sonra uydunun yörüngesi görsel olarak izlenmeye devam edildi. Yörüngesi gitgide alçalan Sputnik 1, fırlatmadan 92 gün sonra, 4 Ocak 1958′de atmosfere girerek yandı. Sputnik 1, yörüngede 1.400 tur atmış, 70 milyon km yol kat etmiştir.
Sputnik 1, yörüngede kaldığı sürece 6. kadirden bir cisim parlaklığında gözlenebiliyordu. Sputnik 1′i yörüngeye oturtan roket de yörüngeye girmiş olup, Dünya’dan 1. kadirde görülebilmekteydi.
Sputnik 1′e karşılık ABD hemen uzaya bir uydu göndermeyi denedi. Ancak yaptığı ilk denemeler başarısızlıkla sonuçlandı. ABD uzaya ancak 1958′de bir uydu gönderebildi. ABD’nin başarısızlığı, bu ülkede eğitim müfredatının ve sisteminin gözden geçirilmesine, roket bilimine ve fen bilimlerine ilgi uyanmasına ve uzay projelerine ayrılan mali kaynağın artmasına neden oldu. Bu gelişmeler, Uzay Yarışı’nın başlangıcı sayılmaktadır.
Sputnik 1′in çeşitli kopyaları ve maketleri Rusya’da ve diğer ülkelerdeki müzelerde sergilenmektedir. SSCB’nin yedekleme ve test amacıyla dört ila yirmi kadar Sputnik 1 kopyası yaptığı iddia edilmektedir.
Sputnik krizi
4 Ekim 1957´de Sovyetler Birliği´nin uzaya fırlattığı Sputnik yapay uydusunun ardından ABD ve SSCB arasında yaşanan yarış.
1950´lerin başında hem ABD hem de SSCB uzaya ilk uyduyu fırlatmak için birbirleriyle bir yarış içine girmişlerdi. ABD´nin başarısız denemelerinin ardından hiç beklenmedik bir zamanda SSCB, bir basketbol topu büyüklüğünde 85 kg ağırlığındaki Sputnik I uydusunun yörüngeye oturtulduğunu açıkladı.
Bu ABD için tam bir şoktu. Bu olay hem teknoloji yarışında geride kalmak demekti hem de daha önemlisi, bu denemeyi başaran Sovyetlerin nükleer bir silahi ABD üzerine gönderebileceği paranoyası tüm Amerikalıların aklına girmişti. Bunun hemen ardından, ABD bir dizi fırlatma daha denedi ancak hiçbirinde başarıya ulaşamadı. Sovyetler, 3 Kasım 1957´de bu kez uzaya giden ilk canlı olan Layka adlı köpeği taşıyan Sputnik II uydusunu da başarıyla fırlattı. Bu, Uzay Çağı´nı açma yarışını Sovyetlerin kazandığı anlamına geliyordu.
Sovyetler’in Dünya yörüngesine uydu yerleştirebilecek teknolojiyi edindiği anlaşıldığında, Sovyet Bilimler Akademisi’nden Mstislav Keldiş, uzayda çeşitli deneyler yapabilecek bir buçuk tonluk konik bir uydu planladı. Ancak bu sırada Sovyet istihbaratı ABD’nin, uzaya, tek amacı yörüngeye oturup oturmayacağının görülmesi olan “basit bir uydu” göndermek istediğini haber aldı. “Basit uydu” fikrini kapan Sovyetler, geride kalmamak için hızla Sputnik 1′i geliştirdiler. Böylece Dünya yörüngesine daha pahalı uyduların gönderilmesi imkanı da sınanmış olacaktı. Ayrıca, uydu, Ekim Devrimi’nin yıldönümü kutlamalarına yetişecekti. Uydu ve roketin tasarımı Sovyet roket bilimci Korolyov tarafından yapıldı. Aslında, Sputnik 1, ABD’nin “basit uydusu” Vanguard’dan çok daha ağırdı. Aylar sonra Vanguard uydusu yörüngeye girdiğinde, Kruşçev, onunla “greyfurt” diye alay edecekti.
Sputnik 1, pilleri bitinceye kadar üç hafta boyunca sinyal gönderdi. Bundan sonra uydunun yörüngesi görsel olarak izlenmeye devam edildi. Yörüngesi gitgide alçalan Sputnik 1, fırlatmadan 92 gün sonra, 4 Ocak 1958′de atmosfere girerek yandı. Sputnik 1, yörüngede 1.400 tur atmış, 70 milyon km yol kat etmiştir.
Sputnik 1, yörüngede kaldığı sürece 6. kadirden bir cisim parlaklığında gözlenebiliyordu. Sputnik 1′i yörüngeye oturtan roket de yörüngeye girmiş olup, Dünya’dan 1. kadirde görülebilmekteydi.
Sputnik 1′e karşılık ABD hemen uzaya bir uydu göndermeyi denedi. Ancak yaptığı ilk denemeler başarısızlıkla sonuçlandı. ABD uzaya ancak 1958′de bir uydu gönderebildi. ABD’nin başarısızlığı, bu ülkede eğitim müfredatının ve sisteminin gözden geçirilmesine, roket bilimine ve fen bilimlerine ilgi uyanmasına ve uzay projelerine ayrılan mali kaynağın artmasına neden oldu. Bu gelişmeler, Uzay Yarışı’nın başlangıcı sayılmaktadır.
Sputnik 1′in çeşitli kopyaları ve maketleri Rusya’da ve diğer ülkelerdeki müzelerde sergilenmektedir. SSCB’nin yedekleme ve test amacıyla dört ila yirmi kadar Sputnik 1 kopyası yaptığı iddia edilmektedir.
Sputnik krizi
4 Ekim 1957´de Sovyetler Birliği´nin uzaya fırlattığı Sputnik yapay uydusunun ardından ABD ve SSCB arasında yaşanan yarış.
1950´lerin başında hem ABD hem de SSCB uzaya ilk uyduyu fırlatmak için birbirleriyle bir yarış içine girmişlerdi. ABD´nin başarısız denemelerinin ardından hiç beklenmedik bir zamanda SSCB, bir basketbol topu büyüklüğünde 85 kg ağırlığındaki Sputnik I uydusunun yörüngeye oturtulduğunu açıkladı.
Bu ABD için tam bir şoktu. Bu olay hem teknoloji yarışında geride kalmak demekti hem de daha önemlisi, bu denemeyi başaran Sovyetlerin nükleer bir silahi ABD üzerine gönderebileceği paranoyası tüm Amerikalıların aklına girmişti. Bunun hemen ardından, ABD bir dizi fırlatma daha denedi ancak hiçbirinde başarıya ulaşamadı. Sovyetler, 3 Kasım 1957´de bu kez uzaya giden ilk canlı olan Layka adlı köpeği taşıyan Sputnik II uydusunu da başarıyla fırlattı. Bu, Uzay Çağı´nı açma yarışını Sovyetlerin kazandığı anlamına geliyordu.
Kronoloji
* 4 Ekim 1957 SSCB: Sputnik 1 (83.6 kg) fırlatıldı
* 4 Ekim 1957 SSCB: Sputnik 1 (83.6 kg) fırlatıldı
* 3 Kasım 1957 SSCB: Sputnik 2 (508.3 kg) Laika ile beraber fırlatıldı
* 6 Aralık 1957 ABD: Vanguard TV-3 kalkış platformunda patladı
* 3 Şubat 1958 SSCB: Sputnik 3 denemesi başarısız oldu
* 5 Şubat 1958 ABD: İkinci Vanguard denemesi başarısız oldu
* 5 Mart 1958 ABD: Explorer 2 denemesi başarısız oldu
* 17 Mart 1958 ABD: Vanguard 1 (1.47 kg) fırlatıldı
* 26 Mart 1958 ABD: Explorer 3 yörüngede
* 28 Nisan 1958 ABD: Üçüncü Vanguard denemesi başarısız oldu (Kalkış sırasında devrildiği için bu mekiğe İngilizler alaycı bir şekilde Sputnik´le kafiyeli olsun diye devrilen mekik anlamına gelen Flopnik demeye başladılar)
* 15 Mayıs 1958 SSCB: Sputnik 3 (1,327 kg) yörüngede
* 27 Mayıs 1958 ABD: Vanguard denemesi dördüncü kez başarısız oldu
* 26 Haziran 1958 ABD: Vanguard beşinci kez başarısız oldu
* 26 Temmuz 1958 ABD: Explorer 4 yörüngeye girdi ve van Allen radyasyon kemerlerini haritaladı
* 24 Ağustos 1958 ABD: Explorer 5 denemesi dördüncü kez başarısız oldu
* 26 Eylül 1958 ABD: Vanguard denemesi altıncı kez başarısız oldu
Kutuplardaki buzların hepsi erimiş olsaydı ne olurdu?

Kutuplardaki buzların hepsi erirse dünya yüzeyindeki deniz seviyesinin ne kadar yükseleceğini hesap etmek geometri ve matematik yardımıyla oldukça kolaydır ama yükselen suların karalar üzerinde ne kadar yer kaplayacaklarını hesaplamak pek kolay değildir. Karaların kıyı şekilleri ve kıyıdan itibaren yükseklikleri ve eğimleri o kadar farklıdırlar ki ancak yaklaşık değerler elde edilebilir.
Yeryüzünde toplam 37,5 milyon kilometreküp hacminde buz tabakası vardır. Su buzdan biraz daha yoğun olduğundan, buzun tamamen erimesi sonucu ortaya 33 milyon kilometreküp su çıkar.
Okyanusların yüzölçümü 363 milyon kilometrekaredir. Eğer bu yüzey alanını sabit yani yükselen deniz seviyesinin karalara doğru yayılmadığını kabul edersek, buzların önemli bir kısımlarının da zaten su altında olduklarını hesaba kattığımızda, bu ilave su kütlesi sonucu deniz seviyesinin 90 metre civarında yükseleceği ortaya çıkıyor.
Yeryüzünde toplam 37,5 milyon kilometreküp hacminde buz tabakası vardır. Su buzdan biraz daha yoğun olduğundan, buzun tamamen erimesi sonucu ortaya 33 milyon kilometreküp su çıkar.
Okyanusların yüzölçümü 363 milyon kilometrekaredir. Eğer bu yüzey alanını sabit yani yükselen deniz seviyesinin karalara doğru yayılmadığını kabul edersek, buzların önemli bir kısımlarının da zaten su altında olduklarını hesaba kattığımızda, bu ilave su kütlesi sonucu deniz seviyesinin 90 metre civarında yükseleceği ortaya çıkıyor.
Şüphesiz yükselen sular karalara da yayılacaklarından ve çok geniş bir alan su altında kalacağından, denizlerin yüzey alanı daha genişlerdi. Ayrıca bu ilave su kütlesinin getireceği ağırlık yükünün altında okyanus tabam da biraz çökecektir. Bu hususlar göz önüne alındığında, kutupların erimeleri sonucu deniz seviyesinin yükselmesinin 90 metre değil 60-70 metre civarında olacağı öngörülebilir.
Dünyadaki buzların yüzde 85-90′ı güney kutbundadır. Burada buzlar denizin altında 600 metreye kadar inerler. Buradaki buzların erimeleri ile tüm dünyadaki deniz seviyesinin 60 metre yükseleceği hesap ediliyor.
Kuzey kutbu ise altında hiçbir kara parçası olmaksızın, denizin üstünde yüzen bir buz kütlesidir. Buradaki buzların erimelerinin deniz seviyelerini pek fazla etkileyeceği sanılmıyor. Bunlar donmuş deniz suyu kütleleri olup denizin üstünde kalan kısımları zaten birkaç metredir. Ancak kuzey kutbu civarındaki Grönland’da ciddi bir buz stoku bulunmaktadır. Sadece bu bölgedeki buzların erimelerinin de deniz seviyesine 7,0-7,5 metre etki edeceği sanılıyor.
Bu toplam 70 metre civarındaki su yükselmesi insan yaşamı bakımından çok ciddi sonuçlara yol açar. Deniz kenarındaki bir gökdelenin 20. katının bile üstüne çıkacak su seviyesi, yeryüzünde nüfus yoğunluğu en fazla olan, en gelişmiş bölgelerin su altında kalacağı anlamına gelir.
Dünyadaki buzların yüzde 85-90′ı güney kutbundadır. Burada buzlar denizin altında 600 metreye kadar inerler. Buradaki buzların erimeleri ile tüm dünyadaki deniz seviyesinin 60 metre yükseleceği hesap ediliyor.
Kuzey kutbu ise altında hiçbir kara parçası olmaksızın, denizin üstünde yüzen bir buz kütlesidir. Buradaki buzların erimelerinin deniz seviyelerini pek fazla etkileyeceği sanılmıyor. Bunlar donmuş deniz suyu kütleleri olup denizin üstünde kalan kısımları zaten birkaç metredir. Ancak kuzey kutbu civarındaki Grönland’da ciddi bir buz stoku bulunmaktadır. Sadece bu bölgedeki buzların erimelerinin de deniz seviyesine 7,0-7,5 metre etki edeceği sanılıyor.
Bu toplam 70 metre civarındaki su yükselmesi insan yaşamı bakımından çok ciddi sonuçlara yol açar. Deniz kenarındaki bir gökdelenin 20. katının bile üstüne çıkacak su seviyesi, yeryüzünde nüfus yoğunluğu en fazla olan, en gelişmiş bölgelerin su altında kalacağı anlamına gelir.
Bu arada denizlerde tuzlu su ortamında yaşayan canlılara ne olur derseniz, eriyen buzların meydana getirdiği tatlı suyun kütlesel hacmi, okyanusların toplam hacmi yanında yüzde 2 gibi küçük bir oranda kaldığından, deniz hayatı çok değişmez.
Araştırmacılar kutuplardaki erimeleri hassasiyetle takip ediyorlar ve olası bir çevre felaketine dikkat çekiyorlar. Zaten dünyamız jeolojik tarihi boyunca, karaların buzullarla kaplandığı buzul çağlarını yaşadığı gibi tüm buzulların eriyip okyanusların yükseldiği zamanlan da yaşamış.
Zamanımızda kutuplardaki buzlar yine erime safhasındalar. Uydu kaynaklı araştırmalara göre kuzey kutbu denizindeki buz tabakasının yüzde 20’sinin 2050 yılına kadar eriyeceği saptanmış. Hızlanmanın nedeni olarak ozon tabakasının incelmesi ve atmosferdeki karbondioksit seviyesinin yükselmesi gösteriliyor.
Zamanımızda kutuplardaki buzlar yine erime safhasındalar. Uydu kaynaklı araştırmalara göre kuzey kutbu denizindeki buz tabakasının yüzde 20’sinin 2050 yılına kadar eriyeceği saptanmış. Hızlanmanın nedeni olarak ozon tabakasının incelmesi ve atmosferdeki karbondioksit seviyesinin yükselmesi gösteriliyor.
Kaşif kimlere denir?

Kaşif olarak nitelendirilen insanların çoğu, aslında keşfettikleri topraklar daha önceden orada bulunan insanlar tarafından zaten biliniyordu.Orada binlerce yıldır yaşayan yerli insanlar vardı. Bu gezginlerin kaşif diye adlandırılmalarının temel nedeni dünya görüşleri üzerinde köklü değişiklikler gerçekleştirmiş olmalarıdır. Avrupalı’ların Uzakdoğu’dan ve Amerika’dan çok önemli coğrafi bilgilerle dönmeleri buna örnek olarak gösterilebilir.
Galapagos Adaları’nda Darvin’in elde ettiği bulgular gezegenimizin evrimi konusunda temel görüşlere zıt kuramlar geliştirmesini sağladı.
Galapagos Adaları’nda Darvin’in elde ettiği bulgular gezegenimizin evrimi konusunda temel görüşlere zıt kuramlar geliştirmesini sağladı.
Keşif aslında dünyaya ilişkin bilgi edinmenin bir yoludur. Gezginler Farklı yerlere gittikçe, hiç bilmediğimiz, hayal bile edemediğimiz kıtaların bilinmeyen yüzlerini gözler önüne serdiler.Hala Dünya ve Evren üzerine o kadar bilinmeyen konu var ki; bunların çözülmesi asla bitmeyecek.Her yeni bulunan keşif bilgi dağarcığımıza çeşitlilik katmaya devam ediyor.
Küresel ısınma ve sebepleri

İnsanlar tarafından atmosfere salınan gazların sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. Daha ayrıntılı açıklamak gerekirse dünyanın yüzeyi güneş ışınları tarafından ısıtılıyor.
Dünya bu ışınları tekrar atmosfere yansıtıyor ama bazı ışınlar su buharı, karbondioksit ve metan gazının dünyanın üzerinde oluşturduğu doğal bir örtü tarafından tutuluyor. Bu da yeryüzünün yeterince sıcak kalmasını sağlıyor. Ama son dönemlerde fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve toplumlardaki tüketim eğiliminin artması gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış gösterdi. Bilimadamlarına göre işte bu artış küresel ısınmaya neden oluyor. 1860’tan günümüze kadar tutulan kayıtlar, ortalama küresel sıcaklığın 0.5 ila 0.8 derece kadar artığını gösteriyor.
Bilimadamları son 50 yıldaki sıcaklık artışının insan hayatı üzerinde farkedilebilir etkileri olduğu görüşünde.Üstelik artık geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşılıyor.Hiçbir önlem alınmazsa bu yüzyıl sonunda küresel sıcaklığın ortalama 2 derece artacağı tahmin ediliyor.
2007’nin de dünya genelinde kayıtların tutulmaya başlandığı son 150 yıllık dönem içinde en sıcak yıl olabileceği öngörüsü var.
Dünya bu ışınları tekrar atmosfere yansıtıyor ama bazı ışınlar su buharı, karbondioksit ve metan gazının dünyanın üzerinde oluşturduğu doğal bir örtü tarafından tutuluyor. Bu da yeryüzünün yeterince sıcak kalmasını sağlıyor. Ama son dönemlerde fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve toplumlardaki tüketim eğiliminin artması gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış gösterdi. Bilimadamlarına göre işte bu artış küresel ısınmaya neden oluyor. 1860’tan günümüze kadar tutulan kayıtlar, ortalama küresel sıcaklığın 0.5 ila 0.8 derece kadar artığını gösteriyor.
Bilimadamları son 50 yıldaki sıcaklık artışının insan hayatı üzerinde farkedilebilir etkileri olduğu görüşünde.Üstelik artık geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşılıyor.Hiçbir önlem alınmazsa bu yüzyıl sonunda küresel sıcaklığın ortalama 2 derece artacağı tahmin ediliyor.
2007’nin de dünya genelinde kayıtların tutulmaya başlandığı son 150 yıllık dönem içinde en sıcak yıl olabileceği öngörüsü var.
Peki bu sıcaklık artışı yani küresel ısınma nelere yol açıyor, hayatımızı nasıl etkiliyor?Dünya iklim sisteminde değişikliklere neden olan küresel ısınmanın etkileri en yüksek zirvelerden, okyanus derinliklerine, ekvatordan kutuplara kadar dünyanın her yerinde hissediliyor.
Kutuplardaki buzullar eriyor, deniz suyu seviyesi yükseliyor ve kıyı kesimlerde toprak kayıpları artıyor.Örneğin 1960’ların sonlarından bu yana Kuzey Yarıküre’de kar örtüsünde yüzde 10’luk bir azalma oldu. 20’inci yüzyıl boyunca deniz seviyelerinde de 10-25 cm arasında bir artış olduğu saptandı.
Küresel ısınmaya bağlı olarak dünyanın bazı bölgelerinde kasırgalar, seller ve taşkınların şiddeti ve sıklığı artarken bazı bölgelerde uzun süreli, şiddetli kuraklıklar ve çölleşme etkili oluyor.
Kışın sıcaklıklar artıyor, ilk bahar erken geliyor, sonbahar gecikiyor, hayvanların göç dönemleri değişiyor. Yani iklimler değişiyor.
İşte bu değişikliklere dayanamayan bitki ve hayvan türleri de ya azalıyor ya da tamamen yok oluyor.
Küresel ısınma insan sağlığını da doğrudan etkiliyorBilimadamları, iklim değişikliklerinin kalp, solunum yolu, bulaşıcı, alerjik ve bazı diğer hastalıkları tetikleyebileceği görüşünde.
Biz neler yapabiliriz ? sorusunun cevabı, Neler yapabiliriz ? başlıklı içeriğimizde. Ayrıca Yapmamız Gerekenler başlığına da bakabilirsiniz.Kaynak: kuresel-isinma.org
Küresel Isınmanın Nedenleri: Hava koşullarının uzun bir zaman kesiti içinde ortalama durumu iklim olarak tanımlanır. Dünya son bir milyar yıl içinde yaklaşık ikiyüzelli milyon yıl süren sıcak dönemler ve bunların ardından gelen dört büyük soğuk dönem geçirmiştir. Dünya yaklaşık elli milyon yıl önce soğuk bir döneme daha girmiş, bu dönemde yüzbin yılda bir on bin yıl süreyle görülen sıcak dönemlerin haricinde soğuma eğilimi göstermiştir. Şu an bu sıcak dönemlerden biri yaşanmaktadır. Dört bin yıl önce başlayan sıcaklık düşüşleri sonucunda Dünya’nın soğuma eğiliminin artması beklenmekteydi fakat bu artış son yüzelli yıldır gerçekleşmemiştir.
Güneş gibi doğal etkenlerle büyüyen bu artışın nedeni, özellikle son dönemlerde, büyük ölçüde insan kaynaklı olan sera etkisiyle oluşan küresel ısınmadır.
küresel ısınmanın sebepleri:
Doğal Nedenler :
Güneşin Etkisi:ESA bilim adamlarından Paal Brekke; iklim bilimcilerinin uzun süredir Güneş beneklerinin 11 yıllık döngüsel hareketini ve Güneş’in yüzyıllık süreçler içinde parlaklık değişimini incelediklerini belirtmiştir. Bunun sonucunda Güneş’in manyetik alanı ve protonlar ile elektronlar biçiminde ortaya çıkan güneş rüzgarının, Güneş sisteminde kozmik ışımalara karşı bir kalkan görevinde olduğu açıklanmaktadır. Güneş’in değişken aktivitesiyle zayıflayabilen bu kalkan, kozmik ışımaları geçirmektedir. Kozmik ışımaların fazla olması bulutlanmayı arttırmakta, Güneş’ten gelen radyasyon oranını değiştirerek küresel sıcaklık artışına neden olmaktadır.
Güneş’ten gelen ultraviyole ışınım aynı zamanda kimyasal reaksiyonların oluştuğu (ve dolayısıyla atmosferin tamamını etkileyen) ozon tabakası üzerinde değişikliğe yol açacaktır.
Dünya’nın Presizyon Hareketi:1930 yılında Sırp bilim adamı Milutin MİLANKOVİÇ Dünya’nın Güneş çevresindeki yörüngesinin her doksanbeş bin yılda biraz daha basıklaştığını göstermiştir. Bunun dışında her kırkbir bin yılda Dünya’nın ekseninde doğrusal bir kayma ve her yirmi üç bin yılda dairesel bir sapma bulunduğunu belirtmiştir. Günümüz bilim adamlarının bir çoğu Dünya’nın bu hareketlerinden dolayı zaman zaman soğuk dönemler yaşadığını ve bu soğuk dönemler içindeyse yüz bin yıllık periyotlarda on bin yıl süreyle sıcak dönemler geçirdiğini bildirmektedir. Bu da Dünya’nın doğal ısınmasının bir nedenini oluşturmaktadır.
El Nino’nun Etkisi:“Güney salınımı sıcak olayı” olararak tanımlanabilecek El Niño hareketi, 1990-1998 yıllarında tropikal doğu Pasifik Okyanusu’nda deniz yüzeyi sıcaklıklarının normalden 2-5º daha yüksek olmasına neden olmuştur. Özellikle 1997 ve 1998 yıllarındaki rekor düzeyde yüzey sıcaklıklarının oluşmasında, 1997-1998 kuvvetli El Niño olaylarının etkisinin önemli olduğu kabul edilmektedir. 1998′deki çok kuvvetli El Niño bu yılın küresel rekor ısınmasına katkıda bulunan ana etmen olarak değerlendirilebilir.
Yapay nedenler :
Fosil Yakıtlar:Kömür, petrol ve doğalgaz dünyanın bugünkü enerji ihtiyacının yaklaşık u’lik bölümünü sağlamaktadır. Yapılarında karbon ve hidrojen elementlerini bulunduran bu fosil yakıtlar, uzun süreçler içerisinde oluşmakta fakat çok çabuk tüketilmektedir. Dünyanın belirli bölgelerinde toplanmış bu yakıtların günümüz teknolojisiyle ¾’ünün yarısının çıkarılması imkansız; diğer yarısının ise çıkarılması teknik olarak çok pahalıdır. Bu da fosil yakıtları yenilenemeyen ve sınırlı yakıtlar sınıfına sokmaktadır.
Sera gazları:
Sera Gazları Oluşumu:Güneş’ten gelen ışınların bir bölümü ozon tabakası ve atmosferdeki gazlar tarafından soğurulur. Bir kısmı litosferden, bir kısmı ise bulutlardan geriye yansır. Yeryüzüne ulaşan ışınlar geriye dönerken atmosferdeki su buharı ve diğer gazlar tarafından tutularak Dünya’yı ısıtmakta olduğundan yüzey ve troposfer, olması gerekenden daha sıcak olur. Bu olay, Güneş ışınlarıyla ısınan ama içindeki ısıyı dışarıya bırakmayan seraları andırır; bu nedenle de doğal sera etkisi olarak adlandırılır
sera etkisinin Önemi:Sera etkisi doğal olarak oluşmakta ve iklim üzerinde önemli rol oynamaktadır. Endüstri devrimi ile birlikte, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, insan aktivitesi sera gazlarının miktarını her geçen yıl arttırarak yüksek oranlara ulaştırmıştır.
Bu etkinin yokluğunda Dünya’nın ortalama sıcaklığının -18ºC olacağı belirtilmektedir. Ancak yaşamsal etkisi olan sera gazlarının miktarının normalin üzerine çıkması ve bu artışın sürmesi de Dünya’nın iklimsel dengelerinin bozulmasına neden olmaktadır.
Bu doğal etkiyi arttıran karbondioksit, metan, su buharı, azotoksit ve kloroflorokarbonlar sera gazları olarak adlandırılmaktadır. Ozon tabakasının incelmesi de başka bir etkendir.
Sera Gazları : Karbondioksit (CO2):Dünya’nın ısınmasında önemli bir rolü olan CO2, Güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşması sırasında bu ışınlara karşı geçirgendir. Böylece yeryüzüne çarpıp yansıdıklarında onları soğurur.
CO2′in atmosferdeki kosantrasyonu 18. ve 19. yüzyıllarda 280-290 ppm arasında iken fosil yakıtların kullanılması sonucunda günümüzde yaklaşık 350 ppm’e kadar çıkmıştır. Yapılan ölçümlere göre atmosferdeki CO2 miktarı 1958′den itibaren %9 artmış ve günümüzdeki artış miktarı yıllık 1 ppm olarak hesaplanmıştır.
Dünyada enerji kullanımı sürekli arttığından, kullanılmakta olan teknoloji kısa dönemde değişse bile, karbondioksit artışının durdurulması olası görülmemektedir.
Sera Gazları: Metan (CH4):Oranı binlerce yıldan beri değişmemiş olan metan gazı, son birkaç yüzyılda iki katına çıkmış ve 1950′den beri de her yıl %1 artmıştır. Yapılan son ölçümlerde ise metan seviyesinin 1,7 ppm’e vardığı görülmüştür. Bu değişiklik CO2 seviyesindeki artışa göre az olsa da, metanın CO2′den 21 kat daha kalıcı olması nedeniyle en az CO2 kadar dünyamızı etkilemektedir.
Amerika ve birçok batı ülkesinde çöplüklerin büyük yer kaplaması sorun yaratmaktadır. Organik çöplerden pek çoğu ayrışarak büyük miktarda metan salgılamakta, bu gaz da özellikle iyi havalandırması olmayan ve kontrol altında tutulmayan eski çöplüklerde patlamalara ve içten yanmalara neden olmaktadır. Daha da önemlisi atmosfere salınan metan oranı artmakta ve bunun sonucu olarak da sera etkisi tehlikeli boyutlara varmaktadır.
Sera Gazları: Azotoksit ve Su Buharı:Azot ve oksijen 250ºC sıcaklıkta kimyasal reaksiyona giren azotoksitleri meydana getirir. Azotoksit, tarımsal ve endüstriyel etkinlikler ve katı atıklar ile fosil yakıtların yanması sırasında oluşur. Arabaların egzosundan da çıkmakta olan bu gaz, çevre kirlenmesine neden olmaktadır.
Sera etkisine yol açan gazlardan en önemlilerinden biri de su buharıdır. Fakat troposferdeki yoğunluğunda etkili olan insan kaynakları değil iklim sistemidir. Küresel ısınmayla artan su buharı iklim değişimlerine yol açacaktır.
Sera Gazları: Kloroflorokarbonlar (CFCs):CFC’ler klorin, flüorin, karbon ve çoğunlukla da hidrojenin karışımından oluşur. Bu gazların çoğunluğu 1950′lerin ürünü olup günümüzde buzdolaplarında, klimalarda, spreylerde, yangın söndürücülerde ve plastik üretiminde kullanılmaktadır. Bilimadamları bu gazların ozonu yok ederek önemli iklim ve hava değişikliklerine neden olduklarını kanıtlamışlardır. Bu gazlar; DDT, Dioksin, Cıva, Kurşun, Vinilklorid, PCB’ler, Kükürtdioksit, Sodyumnitrat ve Polimerler’dir.
Sera Gazları: Kloroflorokarbonlar (CFCs):1- DDT: 1940-1950 yılları arasında dünya çapında tarım alanlarındaki böcekleri zehirlemek için kullanılmıştır. Kimyasal adı ‘diklorodifeniltrikloroetan’dır. Klorin içeren bu gazın insan dahil diğer canlılar için de öldürücü olduğu fark edildikten sonra üretimden kaldırılmıştır.
2- Dioksin: 100′ün üstünde çeşidi vardır. Bitkilerin ve böceklerin tahribatı için kullanılır. Çoğu çeşidi çok tehlikelidir; kansere ve daha birçok hastalığa neden olmaktadır.
3- Cıva: Cıvanın en önemli özelliği diğer elementler gibi çözünmemesidir. 1950-1960 yılları arasında etkisini önemli ölçüde göstermiş, Japonya’da birkaç yüz balıkçının ölümüne neden olmuştur. Bir ara kozmetik ürünlerinde kullanılmışsa da daha sonra son derece zehirli olduğu anlaşılıp vazgeçilmiştir.
4- Kurşun: Günümüzde kalemlerin içinde grafit olarak kullanılmaktadır. Vücudun içine girdiği takdirde çok zehirleyicidir; sinir sistemini çökertip beyne hasar verir.
5- Vinilklorid: PVC yani ‘polyvinyl chloride’ elde etmek için kullanılan bir gaz karışımıdır. Solunduğunda toksik etkilidir.
6- PCB’ler: PCB, İngilizce bir terim olan ‘polychlorinated biphenyls’ ten gelmektedir. Bu endüstriyel kimyasal toksik ilk olarak 1929′da kullanılmaya başlanmış ve 100′ün üstünde çeşidi olduğu tespit edilmiştir. Bunlar büyük santrallerdeki elektrik transformatörlerinin yalıtımında, birçok elektrikli ev aletlerinde aynı zamanda boya ve yapıştırıcıların esneklik kazanmasında kullanılmaktadır. Bunun yanında kansere yol açtığı bilinmektedir.
7- Sodyumnitrat: Füme edilmiş balık, et ve diğer bazı yiyecekleri korumak için kullanılan bir çeşit tuzdur. Vücuda girdiğinde kansere yol açtığı bilinmektedir.
8- Kükürtdioksit (SO2): Bu gaz sülfürün, yağın, çeşitli doğal gazların ve kömürle petrol gibi fosil yakıtların yanması sonucu açığa çıkar. Kükürtdioksit ve azotoksidin birbiriyle reaksiyonu sonucunda asit yağmurlarını oluşturan sülfürürik asit (H2SO4) oluşur.
9- Polimerler: Doğal ve sentetik çeşitleri bulunmaktadır. Doğal olanları protein ve nişasta içerirler. Sentetik olanlarıysa plastik ürünlerinde ve el yapımı kumaşlarda bulunup naylon, teflon, polyester, spandeks, stirofoam gibi adlar alırlar.
Sera Gazları: Ozon:Ozon tabakasının incelmesi “Küresel Isınma”yı dolaylı yoldan arttırmaktadır. USNAS’ın 1979′da yayınladığı raporda, ozon tabakasında %5 - arasında bir azalma olduğu gözlemlendiği öne sürülmüştür.
Oysa bundan bir yıl önce Kasım 1978′de uzaya fırlatılan Nimbus-7 uydusundan alınan verilere göre toplam atmosferik ozon seviyesi 1979-1991 yılları arasında orta enlemlerde %3-%5, yukarı enlemlerde %6 ila %8 arasında azalmıştır (Gleason 1993). 1992 yılında Antartika’daki Ozon seviyesi ise 1979′daki seviyenin P’sine inmiştir. 1950 ve 60′lı yıllardaki ozon kalınlığı da 1990′lı yıllardan sonra 1/3′üne kadar inmiştir. “The National Research Council”ın 1982 Mart raporuna göre CFC salınımı bu şekilde devam ederse 21. yy’nin sonunda stratosferdeki ozon miktarı %5 ile arasında bir değerde azalacaktır.
Sera Gazlarının Bilinen ve Olası Etkileri:Dünyanın sıcaklığı sanayi devriminden bu yana 0,45ºC artmıştır. Bunun esas nedeni fosil yakıtların yanması sonucu açığa çıkan CO2 ve diğer sera gazlarıdır. Artan nüfus ve büyüyen ekonominin enerji gereksinimleri de fazlalaşmaktadır. Bu gereksinimin karşılanması ise fosil yakıt tüketiminin artmasına ve atmosferdeki CO2 miktarının büyük ölçüde çoğalmasına neden olmaktadır. Sıcaklık artışının olası etkileri teoriler biçiminde incelenmektedir.
Şehirlerin Isı Adası Etkisi:
Güneşli ve sıcak günlerde, yoğun nüfuslu ve yüksek binaların sıklıkla görüldüğü kentsel bölgelerin çevrelerine göre daha sıcak olmaları, şehirlerin ısı adası etkisini oluşturur. Bu asfaltlanmış alanlar,bitki topluluklarının köreltilmiş olduğu bölgeler ve siyah yüzeyler “ısı adası etkisi”nin başlıca nedenleridir.
Kentleşmiş alanlarda hava dolaşımının yapılaşmanın artışıyla engellenmesi ve doğal iklim ortamının bozulması yerel bir ısınmaya yol açar. Bu tür yerel ısınmalar da küresel ısınmayı arttırıcı etkidedir.
Şehir planlamasında ve bina yapımında güneş ile yapı arasındaki ilişkinin iyi ayarlanması ısı adası etkisini engelleyecektir.
Örnek Şehirler:Detroit (USA), Los Angeles (USA) ,Hong Kong (ÇİN)…
Smog:
Havaya salınan fazla miktardaki gazlar, atmosferdeki havayı yoğunlaştırır, gaz tabakasını kalınlaştırır. Bu yüzden gelen güneş ışınları daha fazla emilir, daha az yansıtılır ve yapay bir sera etkisi oluşur. Gazlar, özellikle büyük şehirlerde, Hava Yoğunluğu (Smog) oluşturarak etkili olmaktadır.
Smog oluşumunun bulunduğu yerleşim yerlerinde yaşayan insanlarda- Akciğer ağrıları- Hırıltı- Öksürük- Baş ağrısı- Akciğer iltihapları görülür.
Sera Gazlarının Bilinen ve Olası Etkileri:Kuraklık ve seller: Sera etkisi çeşitli iklim değişikliklerine yol açacaktır. Önlem alınmadığı takdirde bazı doğa olaylarının olumsuz etkileri çok büyük boyutlara ulaşacaktır.
Güç üretiminde azalma: Elektrik güç santrallerinin tamamı suya ihtiyaç duymaktadır. Sıcak geçen yıllarda elektrik istemi artacak fakat su miktarının azalmasından dolayı elektrik üretimi düşecektir. Bu da devlet ve halklara ekonomik sıkıntılar yaşatacak, çeşitli sorunlara neden olacaktır.
Nehir ulaşımında problemler: Sıcaklık artışına bağlı olarak nehir sularının alçalması, suyolu ticaretine engel oluşturup ulaşım giderlerini arttırmaktadır.
Kutuplardaki buzullar eriyor, deniz suyu seviyesi yükseliyor ve kıyı kesimlerde toprak kayıpları artıyor.Örneğin 1960’ların sonlarından bu yana Kuzey Yarıküre’de kar örtüsünde yüzde 10’luk bir azalma oldu. 20’inci yüzyıl boyunca deniz seviyelerinde de 10-25 cm arasında bir artış olduğu saptandı.
Küresel ısınmaya bağlı olarak dünyanın bazı bölgelerinde kasırgalar, seller ve taşkınların şiddeti ve sıklığı artarken bazı bölgelerde uzun süreli, şiddetli kuraklıklar ve çölleşme etkili oluyor.
Kışın sıcaklıklar artıyor, ilk bahar erken geliyor, sonbahar gecikiyor, hayvanların göç dönemleri değişiyor. Yani iklimler değişiyor.
İşte bu değişikliklere dayanamayan bitki ve hayvan türleri de ya azalıyor ya da tamamen yok oluyor.
Küresel ısınma insan sağlığını da doğrudan etkiliyorBilimadamları, iklim değişikliklerinin kalp, solunum yolu, bulaşıcı, alerjik ve bazı diğer hastalıkları tetikleyebileceği görüşünde.
Biz neler yapabiliriz ? sorusunun cevabı, Neler yapabiliriz ? başlıklı içeriğimizde. Ayrıca Yapmamız Gerekenler başlığına da bakabilirsiniz.Kaynak: kuresel-isinma.org
Küresel Isınmanın Nedenleri: Hava koşullarının uzun bir zaman kesiti içinde ortalama durumu iklim olarak tanımlanır. Dünya son bir milyar yıl içinde yaklaşık ikiyüzelli milyon yıl süren sıcak dönemler ve bunların ardından gelen dört büyük soğuk dönem geçirmiştir. Dünya yaklaşık elli milyon yıl önce soğuk bir döneme daha girmiş, bu dönemde yüzbin yılda bir on bin yıl süreyle görülen sıcak dönemlerin haricinde soğuma eğilimi göstermiştir. Şu an bu sıcak dönemlerden biri yaşanmaktadır. Dört bin yıl önce başlayan sıcaklık düşüşleri sonucunda Dünya’nın soğuma eğiliminin artması beklenmekteydi fakat bu artış son yüzelli yıldır gerçekleşmemiştir.
Güneş gibi doğal etkenlerle büyüyen bu artışın nedeni, özellikle son dönemlerde, büyük ölçüde insan kaynaklı olan sera etkisiyle oluşan küresel ısınmadır.
küresel ısınmanın sebepleri:
Doğal Nedenler :
Güneşin Etkisi:ESA bilim adamlarından Paal Brekke; iklim bilimcilerinin uzun süredir Güneş beneklerinin 11 yıllık döngüsel hareketini ve Güneş’in yüzyıllık süreçler içinde parlaklık değişimini incelediklerini belirtmiştir. Bunun sonucunda Güneş’in manyetik alanı ve protonlar ile elektronlar biçiminde ortaya çıkan güneş rüzgarının, Güneş sisteminde kozmik ışımalara karşı bir kalkan görevinde olduğu açıklanmaktadır. Güneş’in değişken aktivitesiyle zayıflayabilen bu kalkan, kozmik ışımaları geçirmektedir. Kozmik ışımaların fazla olması bulutlanmayı arttırmakta, Güneş’ten gelen radyasyon oranını değiştirerek küresel sıcaklık artışına neden olmaktadır.
Güneş’ten gelen ultraviyole ışınım aynı zamanda kimyasal reaksiyonların oluştuğu (ve dolayısıyla atmosferin tamamını etkileyen) ozon tabakası üzerinde değişikliğe yol açacaktır.
Dünya’nın Presizyon Hareketi:1930 yılında Sırp bilim adamı Milutin MİLANKOVİÇ Dünya’nın Güneş çevresindeki yörüngesinin her doksanbeş bin yılda biraz daha basıklaştığını göstermiştir. Bunun dışında her kırkbir bin yılda Dünya’nın ekseninde doğrusal bir kayma ve her yirmi üç bin yılda dairesel bir sapma bulunduğunu belirtmiştir. Günümüz bilim adamlarının bir çoğu Dünya’nın bu hareketlerinden dolayı zaman zaman soğuk dönemler yaşadığını ve bu soğuk dönemler içindeyse yüz bin yıllık periyotlarda on bin yıl süreyle sıcak dönemler geçirdiğini bildirmektedir. Bu da Dünya’nın doğal ısınmasının bir nedenini oluşturmaktadır.
El Nino’nun Etkisi:“Güney salınımı sıcak olayı” olararak tanımlanabilecek El Niño hareketi, 1990-1998 yıllarında tropikal doğu Pasifik Okyanusu’nda deniz yüzeyi sıcaklıklarının normalden 2-5º daha yüksek olmasına neden olmuştur. Özellikle 1997 ve 1998 yıllarındaki rekor düzeyde yüzey sıcaklıklarının oluşmasında, 1997-1998 kuvvetli El Niño olaylarının etkisinin önemli olduğu kabul edilmektedir. 1998′deki çok kuvvetli El Niño bu yılın küresel rekor ısınmasına katkıda bulunan ana etmen olarak değerlendirilebilir.
Yapay nedenler :
Fosil Yakıtlar:Kömür, petrol ve doğalgaz dünyanın bugünkü enerji ihtiyacının yaklaşık u’lik bölümünü sağlamaktadır. Yapılarında karbon ve hidrojen elementlerini bulunduran bu fosil yakıtlar, uzun süreçler içerisinde oluşmakta fakat çok çabuk tüketilmektedir. Dünyanın belirli bölgelerinde toplanmış bu yakıtların günümüz teknolojisiyle ¾’ünün yarısının çıkarılması imkansız; diğer yarısının ise çıkarılması teknik olarak çok pahalıdır. Bu da fosil yakıtları yenilenemeyen ve sınırlı yakıtlar sınıfına sokmaktadır.
Sera gazları:
Sera Gazları Oluşumu:Güneş’ten gelen ışınların bir bölümü ozon tabakası ve atmosferdeki gazlar tarafından soğurulur. Bir kısmı litosferden, bir kısmı ise bulutlardan geriye yansır. Yeryüzüne ulaşan ışınlar geriye dönerken atmosferdeki su buharı ve diğer gazlar tarafından tutularak Dünya’yı ısıtmakta olduğundan yüzey ve troposfer, olması gerekenden daha sıcak olur. Bu olay, Güneş ışınlarıyla ısınan ama içindeki ısıyı dışarıya bırakmayan seraları andırır; bu nedenle de doğal sera etkisi olarak adlandırılır
sera etkisinin Önemi:Sera etkisi doğal olarak oluşmakta ve iklim üzerinde önemli rol oynamaktadır. Endüstri devrimi ile birlikte, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, insan aktivitesi sera gazlarının miktarını her geçen yıl arttırarak yüksek oranlara ulaştırmıştır.
Bu etkinin yokluğunda Dünya’nın ortalama sıcaklığının -18ºC olacağı belirtilmektedir. Ancak yaşamsal etkisi olan sera gazlarının miktarının normalin üzerine çıkması ve bu artışın sürmesi de Dünya’nın iklimsel dengelerinin bozulmasına neden olmaktadır.
Bu doğal etkiyi arttıran karbondioksit, metan, su buharı, azotoksit ve kloroflorokarbonlar sera gazları olarak adlandırılmaktadır. Ozon tabakasının incelmesi de başka bir etkendir.
Sera Gazları : Karbondioksit (CO2):Dünya’nın ısınmasında önemli bir rolü olan CO2, Güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşması sırasında bu ışınlara karşı geçirgendir. Böylece yeryüzüne çarpıp yansıdıklarında onları soğurur.
CO2′in atmosferdeki kosantrasyonu 18. ve 19. yüzyıllarda 280-290 ppm arasında iken fosil yakıtların kullanılması sonucunda günümüzde yaklaşık 350 ppm’e kadar çıkmıştır. Yapılan ölçümlere göre atmosferdeki CO2 miktarı 1958′den itibaren %9 artmış ve günümüzdeki artış miktarı yıllık 1 ppm olarak hesaplanmıştır.
Dünyada enerji kullanımı sürekli arttığından, kullanılmakta olan teknoloji kısa dönemde değişse bile, karbondioksit artışının durdurulması olası görülmemektedir.
Sera Gazları: Metan (CH4):Oranı binlerce yıldan beri değişmemiş olan metan gazı, son birkaç yüzyılda iki katına çıkmış ve 1950′den beri de her yıl %1 artmıştır. Yapılan son ölçümlerde ise metan seviyesinin 1,7 ppm’e vardığı görülmüştür. Bu değişiklik CO2 seviyesindeki artışa göre az olsa da, metanın CO2′den 21 kat daha kalıcı olması nedeniyle en az CO2 kadar dünyamızı etkilemektedir.
Amerika ve birçok batı ülkesinde çöplüklerin büyük yer kaplaması sorun yaratmaktadır. Organik çöplerden pek çoğu ayrışarak büyük miktarda metan salgılamakta, bu gaz da özellikle iyi havalandırması olmayan ve kontrol altında tutulmayan eski çöplüklerde patlamalara ve içten yanmalara neden olmaktadır. Daha da önemlisi atmosfere salınan metan oranı artmakta ve bunun sonucu olarak da sera etkisi tehlikeli boyutlara varmaktadır.
Sera Gazları: Azotoksit ve Su Buharı:Azot ve oksijen 250ºC sıcaklıkta kimyasal reaksiyona giren azotoksitleri meydana getirir. Azotoksit, tarımsal ve endüstriyel etkinlikler ve katı atıklar ile fosil yakıtların yanması sırasında oluşur. Arabaların egzosundan da çıkmakta olan bu gaz, çevre kirlenmesine neden olmaktadır.
Sera etkisine yol açan gazlardan en önemlilerinden biri de su buharıdır. Fakat troposferdeki yoğunluğunda etkili olan insan kaynakları değil iklim sistemidir. Küresel ısınmayla artan su buharı iklim değişimlerine yol açacaktır.
Sera Gazları: Kloroflorokarbonlar (CFCs):CFC’ler klorin, flüorin, karbon ve çoğunlukla da hidrojenin karışımından oluşur. Bu gazların çoğunluğu 1950′lerin ürünü olup günümüzde buzdolaplarında, klimalarda, spreylerde, yangın söndürücülerde ve plastik üretiminde kullanılmaktadır. Bilimadamları bu gazların ozonu yok ederek önemli iklim ve hava değişikliklerine neden olduklarını kanıtlamışlardır. Bu gazlar; DDT, Dioksin, Cıva, Kurşun, Vinilklorid, PCB’ler, Kükürtdioksit, Sodyumnitrat ve Polimerler’dir.
Sera Gazları: Kloroflorokarbonlar (CFCs):1- DDT: 1940-1950 yılları arasında dünya çapında tarım alanlarındaki böcekleri zehirlemek için kullanılmıştır. Kimyasal adı ‘diklorodifeniltrikloroetan’dır. Klorin içeren bu gazın insan dahil diğer canlılar için de öldürücü olduğu fark edildikten sonra üretimden kaldırılmıştır.
2- Dioksin: 100′ün üstünde çeşidi vardır. Bitkilerin ve böceklerin tahribatı için kullanılır. Çoğu çeşidi çok tehlikelidir; kansere ve daha birçok hastalığa neden olmaktadır.
3- Cıva: Cıvanın en önemli özelliği diğer elementler gibi çözünmemesidir. 1950-1960 yılları arasında etkisini önemli ölçüde göstermiş, Japonya’da birkaç yüz balıkçının ölümüne neden olmuştur. Bir ara kozmetik ürünlerinde kullanılmışsa da daha sonra son derece zehirli olduğu anlaşılıp vazgeçilmiştir.
4- Kurşun: Günümüzde kalemlerin içinde grafit olarak kullanılmaktadır. Vücudun içine girdiği takdirde çok zehirleyicidir; sinir sistemini çökertip beyne hasar verir.
5- Vinilklorid: PVC yani ‘polyvinyl chloride’ elde etmek için kullanılan bir gaz karışımıdır. Solunduğunda toksik etkilidir.
6- PCB’ler: PCB, İngilizce bir terim olan ‘polychlorinated biphenyls’ ten gelmektedir. Bu endüstriyel kimyasal toksik ilk olarak 1929′da kullanılmaya başlanmış ve 100′ün üstünde çeşidi olduğu tespit edilmiştir. Bunlar büyük santrallerdeki elektrik transformatörlerinin yalıtımında, birçok elektrikli ev aletlerinde aynı zamanda boya ve yapıştırıcıların esneklik kazanmasında kullanılmaktadır. Bunun yanında kansere yol açtığı bilinmektedir.
7- Sodyumnitrat: Füme edilmiş balık, et ve diğer bazı yiyecekleri korumak için kullanılan bir çeşit tuzdur. Vücuda girdiğinde kansere yol açtığı bilinmektedir.
8- Kükürtdioksit (SO2): Bu gaz sülfürün, yağın, çeşitli doğal gazların ve kömürle petrol gibi fosil yakıtların yanması sonucu açığa çıkar. Kükürtdioksit ve azotoksidin birbiriyle reaksiyonu sonucunda asit yağmurlarını oluşturan sülfürürik asit (H2SO4) oluşur.
9- Polimerler: Doğal ve sentetik çeşitleri bulunmaktadır. Doğal olanları protein ve nişasta içerirler. Sentetik olanlarıysa plastik ürünlerinde ve el yapımı kumaşlarda bulunup naylon, teflon, polyester, spandeks, stirofoam gibi adlar alırlar.
Sera Gazları: Ozon:Ozon tabakasının incelmesi “Küresel Isınma”yı dolaylı yoldan arttırmaktadır. USNAS’ın 1979′da yayınladığı raporda, ozon tabakasında %5 - arasında bir azalma olduğu gözlemlendiği öne sürülmüştür.
Oysa bundan bir yıl önce Kasım 1978′de uzaya fırlatılan Nimbus-7 uydusundan alınan verilere göre toplam atmosferik ozon seviyesi 1979-1991 yılları arasında orta enlemlerde %3-%5, yukarı enlemlerde %6 ila %8 arasında azalmıştır (Gleason 1993). 1992 yılında Antartika’daki Ozon seviyesi ise 1979′daki seviyenin P’sine inmiştir. 1950 ve 60′lı yıllardaki ozon kalınlığı da 1990′lı yıllardan sonra 1/3′üne kadar inmiştir. “The National Research Council”ın 1982 Mart raporuna göre CFC salınımı bu şekilde devam ederse 21. yy’nin sonunda stratosferdeki ozon miktarı %5 ile arasında bir değerde azalacaktır.
Sera Gazlarının Bilinen ve Olası Etkileri:Dünyanın sıcaklığı sanayi devriminden bu yana 0,45ºC artmıştır. Bunun esas nedeni fosil yakıtların yanması sonucu açığa çıkan CO2 ve diğer sera gazlarıdır. Artan nüfus ve büyüyen ekonominin enerji gereksinimleri de fazlalaşmaktadır. Bu gereksinimin karşılanması ise fosil yakıt tüketiminin artmasına ve atmosferdeki CO2 miktarının büyük ölçüde çoğalmasına neden olmaktadır. Sıcaklık artışının olası etkileri teoriler biçiminde incelenmektedir.
Şehirlerin Isı Adası Etkisi:
Güneşli ve sıcak günlerde, yoğun nüfuslu ve yüksek binaların sıklıkla görüldüğü kentsel bölgelerin çevrelerine göre daha sıcak olmaları, şehirlerin ısı adası etkisini oluşturur. Bu asfaltlanmış alanlar,bitki topluluklarının köreltilmiş olduğu bölgeler ve siyah yüzeyler “ısı adası etkisi”nin başlıca nedenleridir.
Kentleşmiş alanlarda hava dolaşımının yapılaşmanın artışıyla engellenmesi ve doğal iklim ortamının bozulması yerel bir ısınmaya yol açar. Bu tür yerel ısınmalar da küresel ısınmayı arttırıcı etkidedir.
Şehir planlamasında ve bina yapımında güneş ile yapı arasındaki ilişkinin iyi ayarlanması ısı adası etkisini engelleyecektir.
Örnek Şehirler:Detroit (USA), Los Angeles (USA) ,Hong Kong (ÇİN)…
Smog:
Havaya salınan fazla miktardaki gazlar, atmosferdeki havayı yoğunlaştırır, gaz tabakasını kalınlaştırır. Bu yüzden gelen güneş ışınları daha fazla emilir, daha az yansıtılır ve yapay bir sera etkisi oluşur. Gazlar, özellikle büyük şehirlerde, Hava Yoğunluğu (Smog) oluşturarak etkili olmaktadır.
Smog oluşumunun bulunduğu yerleşim yerlerinde yaşayan insanlarda- Akciğer ağrıları- Hırıltı- Öksürük- Baş ağrısı- Akciğer iltihapları görülür.
Sera Gazlarının Bilinen ve Olası Etkileri:Kuraklık ve seller: Sera etkisi çeşitli iklim değişikliklerine yol açacaktır. Önlem alınmadığı takdirde bazı doğa olaylarının olumsuz etkileri çok büyük boyutlara ulaşacaktır.
Güç üretiminde azalma: Elektrik güç santrallerinin tamamı suya ihtiyaç duymaktadır. Sıcak geçen yıllarda elektrik istemi artacak fakat su miktarının azalmasından dolayı elektrik üretimi düşecektir. Bu da devlet ve halklara ekonomik sıkıntılar yaşatacak, çeşitli sorunlara neden olacaktır.
Nehir ulaşımında problemler: Sıcaklık artışına bağlı olarak nehir sularının alçalması, suyolu ticaretine engel oluşturup ulaşım giderlerini arttırmaktadır.
Simetri

Simetri, insan zihni için âdeta büyüleyicidir. Tabiattaki simetrik nesnelere, Güneş ve gezegenler gibi neredeyse kusursuz simetrik kürelere, kar tanecikleri gibi simetrik kristallere -ki hiçbir kar tanesi birbirinin aynısı değildir-, hemen hemen simetrik olan çiçeklere bakmaktan hepimiz zevk alırız. Ancak, burada ele alınacak olan mevzu, tabiattaki nesnelerin simetrisi değil, tabiat kanunlarının simetrisidir.
Bir cismin simetrik olup olmadığı kolayca anlaşılabilir; ama bir fizik kanunu nasıl simetrik olabilir? Fizikçiler, nesnelerdeki simetrinin uyandırdığı hisse benzer bir şeyi fizik kanunları için de hissederek ona, “Fizik Kanunlarında Simetri” ya da “Kanunların Simetrisi” adını vermişlerdir. Öyleyse simetri nedir? Meselâ kare hususî bir simetriye sahiptir. Onu 90 derece döndürürsek -sağ ya da sol fark etmez- yine aynı görünür.
Alman matematikçi Hermann Weyl simetri için çok güzel bir tanım vermiştir: “Eğer bir nesne üzerinde bir şey yaptıktan sonra da nesne ilk hâlinde görünüyorsa, eğer nesnede bunu yapmaya imkân veren bir şey varsa, o nesneye simetrik denir.” İşte fizik kanunları da bu anlamda simetriktir.
Bir cismin simetrik olup olmadığı kolayca anlaşılabilir; ama bir fizik kanunu nasıl simetrik olabilir? Fizikçiler, nesnelerdeki simetrinin uyandırdığı hisse benzer bir şeyi fizik kanunları için de hissederek ona, “Fizik Kanunlarında Simetri” ya da “Kanunların Simetrisi” adını vermişlerdir. Öyleyse simetri nedir? Meselâ kare hususî bir simetriye sahiptir. Onu 90 derece döndürürsek -sağ ya da sol fark etmez- yine aynı görünür.
Alman matematikçi Hermann Weyl simetri için çok güzel bir tanım vermiştir: “Eğer bir nesne üzerinde bir şey yaptıktan sonra da nesne ilk hâlinde görünüyorsa, eğer nesnede bunu yapmaya imkân veren bir şey varsa, o nesneye simetrik denir.” İşte fizik kanunları da bu anlamda simetriktir.
Simetrinin en basit örneği, “uzayda öteleme”dir (translation). Bunu bir misal üzerinde açıklarsak:Herhangi bir âlet veya bir deney yaparsanız ve sonra aynı âleti veya deneyi orada değil de burada, yalnızca bir yerden başka bir yere ötelenmiş olarak yaparsanız, ilk deneyde gerçekleşen sonuç, ötelenmiş deneyde de aynen elde edilir. Ama bu, gerçekte tam doğru değildir. Çünkü cihazı bulunduğunuz yerin 10 m soluna naklederseniz cihaz duvara çarpar ve işler zorlaşır. Demek ki, bir şeyi naklederken ona etki edecek her şeyi birlikte nakletmek gerekir. Meselâ sistemde bir sarkaç varsa ve onu 200.000 mil sağa doğru kaydırırsanız sistem doğru işlemez. Çünkü sistem, yerin çekim alanından uzaklaşmış olur. Sarkaç da yerin çekim alanıyla doğrudan ilgili olduğundan, sarkaç sistemi, ötelediğiniz yerde dünyadaki gibi çalışmaz, ancak sistemle beraber dünyayı da ötelerseniz işte o zaman sistemin davranışı etkilenmemiş olur. Demek ki uzayda ötelemede, fizik yasalarında simetrinin gerçekleşmesi için, sistemle beraber ona etki edecek her şeyi ötelememiz gerekiyor.
Demek oluyor ki, ilk simetrimiz uzayda ötelemedir. İkincisini de “zamanda öteleme” veya “zamanda ertelemenin fark etmemesi” olarak nitelendirebiliriz. Meselâ bir gezegeni Güneş’in etrafında belirli bir yönde harekete geçirelim. Aynı gezegeni; iki saat sonra veya iki yıl sonra ya da iki yüz yıl sonra, yani farklı bir anda aynı şartlarda yeniden harekete geçirirsek tamamen aynı şekilde hareket edecektir. Çünkü çekim yasası, hızdan bahseder ama ölçüme başladığımız mutlak an hakkında bir şey söylemez.
Aslında bu misalin tam olarak doğru olduğundan emin değiliz. Çünkü yerçekimi yasasının zamanla değişebilme ihtimali var. Bu ise, zaman ertelemesinin her zaman simetrik olmayacağı anlamına gelir. Çünkü milyarlarca yıl sonra çekim sabiti şimdikinden daha zayıf olacaksa, bizim deneysel Güneş ve gezegenimizin hareketlerinin milyarlarca yıl sonra aynı olacağı da doğru olamaz. Fakat bugün bilebildiğimiz kadarıyla zamanda bir erteleme hiçbir değişikliğe yol açmamaktadır ve simetriktir.
Bir başka simetri kanunu da “uzayda dönme”, sabit dönmedir. Bir yerde kurulmuş bir donanım ile deneyler yaptıktan sonra yalnız eksenleri farklı yönde olan tam bir benzerini alırsak o da aynı şekilde çalışacaktır. Burada da yine alâkalı olan her şeyi döndürmemiz gerekir. Sözkonusu olan sarkaçlı bir duvar saati ise ve saati yatay olacak şekilde döndürürsek sarkaç, kabininin duvarına dayanacak ve saat işlemeyecektir. Ama Dünya’yı da o istikamette döndürürseniz -ki o zaten dönmektedir- saat işlemeye devam edecektir.
Bu “döndürme imkânının matematiksel ifadesi oldukça ilginçtir. Belirli bir durumda ne olup bittiğini anlatırken veya bir şeyin nerede olduğunu belirtmek için sayılar kullanırız. Bunlar, bir noktanın koordinatları olarak adlandırılır. Meselâ, önümdeki uzaklığa x diyelim, y de solumdaki uzaklık olsun. O zaman bir cismin yerini, önden ne kadar, soldan ne kadar uzaklıkta olduğunu söyleyerek belirtebilirim. Döndürme konusunda matematiksel yaklaşım şöyledir (Şekil A): Bahsettiğimiz yöntemle x ve y koordinatlarını vererek bu noktanın konumunu saptarsak, başka yönden bakan bir başkası da aynı şekilde fakat kendi konumuna göre aynı noktanın konumunu x’ ve y’ olarak tanımlayacaktır. O hâlde bizim x’ koordinatımızın öteki kişi tarafından hesaplanan iki koordinatın bir karışımı olduğunu anlayabilirsiniz. Dönümün bağlantısı; x için x’ ve y’, y için y’ ve x’ karışımı bir ifade olacaktır. Kanunlar o şekilde yazılmalıdır ki, böyle bir karışım yapıp denklemlerde yerine koyduğumuzda denklemlerin şekli değişmesin. İşte simetrinin matematiksel ifade yolu budur. Denklemleri bazı harflerle yazarsanız; harfleri x ve y yerine farklı bir x olan x’ ve farklı bir y olan y’ ile değiştirme yöntemi, yani x ve y cinsinden formüller vardır. O zaman denklemlerin görünümü aynıdır, yalnızca harflerin üzerinde (’) işareti vardır. Bu, öbür kişinin o şeyi benim gördüğüm şekilde, yalnızca öbür tarafa çevrilmiş olarak gördüğü mânâsına gelir.
Şimdi de fizik kanunlarının simetrik olmadığı misallere göz atalım:Simetrik olmayan ilk fizik kanunumuz, “Ölçek Değişimi”dir. Arada sırada gazetelerde veya dergilerde maharetli birisinin kibrit çöpleriyle bir katedral yaptığını -birkaç katlı gotik bir katedral- okumuşsunuzdur. Neden kalın kütüklerden buna benzer büyük ve aynı şekilde süslü ve ayrıntılı katedraller yapmaya kalkışmıyoruz? Cevabı şu: Öyle bir şey yaparsak o denli yüksek ve ağır olur ki, çöker. İşte burada daha önceden bahsedilen önemli bir nokta var: İki şeyi kıyaslarken sistemdeki her şeyi değiştirmemiz gerekir. Kibrit çöpleri ile yapılan küçük katedral yer’e doğru çekilmektedir. Kütüklerden oluşan büyük katedral de daha büyük bir dünyaya doğru çekilmelidir. Yazık! Daha büyük bir dünya daha fazla çeker ve çöpler kırılır.
Ölçek değiştirildiği zaman fizik kanunlarının değişmez olmadığını ilk keşfeden Galileo olmuştur. Galileo, kemik ve çubukların dayanıklılığını tartışırken daha büyük bir hayvan için -iki katı eninde, boyunda ve kalınlığında diyelim- daha büyük bir kemik gerektiğini söyledi. Ağırlığın sekiz kat olacağını ve sekiz kat daha dayanıklı bir kemiğe gerek olduğunu ileri sürdü. Çünkü bir kemiğin taşıyabileceği yük, onun kesitine bağlıdır; kemiği iki kat büyütürseniz kesit alanı dört kat artar ve ancak dört kat fazla bir ağırlık çeker. Ancak bazı fizik hâdiselerinde ölçek değiştirildiği zaman matematik modelde değişme olmamaktadır. Bu tip fiziksel hâdiseler için, ‘ölçekleme simetrisini kabul ediyor’ denmektedir.
Simetrik olmayan fakat bir hayli ilginç olan bir fizik kanunu da “yansıma” problemidir. Diyelim ki bir saat yaptınız. Biraz ötede de birincisiyle aynı görüntüde olan başka bir saat yapınız (tıpkı sağ ve sol eldiven gibi). Birisinde bir yönde dönen yelkovan, diğerinde ters yönde dönüyor. İkisini de aynı anda kurup bırakırsanız acaba hep birbirleriyle uyumlu çalışırlar mı? Bu konudaki cevaplarınız müspet yönde olacaktır. Eğer saatler yerçekimiyle çalışsaydı, aynı uyumda çalışmaya devam ederlerdi. Elektrik veya manyetik alanla çalışsalar yine aynı olurdu. Saatlerin çalışması için nükleer bir reaksiyon gerekseydi yine bir değişiklik olmazdı. Fakat değişiklik yapan bir şey vardır; bunu şöyle açıklayabiliriz:
Polarize bir ışığı sudan geçirerek, sudaki şeker yoğunluğu saptanabilmektedir. Suya, ışığı ancak belirli bir eksende geçiren bir parça polaroid koyarsanız, ışığın giderek derinleşen şekerli sudan geçmesini sağlamak için, öbür uçtaki polaroid maddeyi giderek daha fazla sağa çevirmemiz gerekir. Sudan geçen ışığı öbür yöne çevirirsek dönme yine sağa doğru olacaktır. Saatlerde şekerli su ve ışık kullanabiliriz. Bir su tankımız olduğunu ve ondan ışık geçirdiğimizi farzedelim. İkinci polaroid parçasını da ışığın ancak geçmesini sağlayacak kadar döndürdüğümüzü düşünelim. Sonra ikinci saatimiz için ışığın sola doğru dönmesi umuduyla, birinciye tekabül eden düzeni kuralım. Ama ışık sola dönmeyecek, yine sağa dönecek ve sudan geçmeyecektir. Demek ki şekerli su kullanarak iki saati farklı yapabiliyoruz.
Fizik kanunlarının sağda ve solda hep aynı olup olmadıkları sorusunu daha iyi tecrübe etmek için meseleyi şu şekilde ele alabiliriz:
Mars’ta yaşayan birisiyle telefon bağlantısı kurduğunuzu ve ona dünyadaki nesneleri izah etmek istediğinizi farzedelim. İlk olarak kelimeleri anlatmak için işe sayı kavramından başlayabilirsiniz: ‘Tik=bir, tik tik=iki, tik tik tik=üç,…vs.’ Böylece Marslı kısa sürede sayı kavramını anlayacaktır. Sonra sırasıyla atomların ağırlıklarını ve orantılı ağırlıkları temsil eden bütün sayı dizilerini söylersiniz; “Hidrojen:1,008, (ardından) Döteryum, Helyum, vs” diye devam edersiniz. Marslı bu sayılara bir süre baktıktan sonra, matematiksel oranların elementlerin ağırlıklarının oranlarıyla aynı olduğunu fark ederek, bu isimlerin elementlerin isimleri olduğunu anlayacaktır.
Bu yöntemle onunla ortak bir dil oluşturabilirsiniz, fakat size “sizlerin nasıl göründüğünüzü merak ediyoruz” dediğini varsayalım. Siz “yaklaşık altı ayak boyundayız” dediğinizde size “bir ayak ne büyüklüktedir?” diye sorar. Siz de “çok kolay; altı ayak, on yedi milyar hidrojen atomu kadar uzundur” dersiniz. Evet, bu bir şaka değil. Marslı ile aranızda müşterek bir ölçek olmadığına göre kendinizi ona bu şekilde anlatabilirsiniz. Marslı bize “içiniz neye benziyor?” diye sorduğunda ona kalbi anlatır ve “şimdi kalbi hafifçe sol tarafa koy” deriz. Ama maalesef Marslı solun ne taraf olduğunu bilmiyor. Bunu da şu misalle açıklayabiliriz: Çekirdekteki yükün bir arttığı ve elektronun açığa çıktığı bir çok radyoaktif hâdise vardır. Meselâ, beta bozunması (desintegration). Burada ilginç olan şudur; elektronlar çıkarken kendi çevrelerinde dönerler. Bu dönmeyi ölçerseniz yönünün sol tarafa doğru (arkadan bakıldığında) olduğunu görürsünüz. Bunu da Marslıya “Dinle; radyoaktif bir madde, bir nötron al ve beta bozunması sonucu ortaya çıkan elektrona bak. Eğer elektron çıkarken yukarıya doğru gidiyorsa, onun dönme yönünü sapta. Bu elektron sırtından giriyor olsaydı dönme yönü sola doğru olurdu. Bu, solu tanımlar. Kalp de oradadır” şeklinde açıklayabiliriz. Solu ve sağı bu şekilde ayırdetme imkânı vardır.
Simetriler konusunda akla gelen başka bir soru da “her parçacık için antiparçacık vardır; elektron için bu pozitrondur, proton için de antiproton. Acaba madde için bir antimadde var mıdır?” sorusudur. Bu, ilke olarak uygundur. Çünkü antimaddedeki her atom, maddede olan atomların antiparçacıklarından oluşur. Meselâ Hidrojen atomu bir elektron ve bir protondan oluşmaktadır. Elektrik yükü negatif olan bir antiproton ile elektrik yükü pozitif olan bir pozitronu birleştirirsek antihidrojen atomu oluşur. Böyle bir şey gerçekte yapılmış değil, ancak ilke olarak her madde için antimadde yapılabileceği düşünülür. Peki antimadde, madde gibi mi davranır? Bildiğimiz kadarıyla evet. Çünkü simetri kanunların biri de antimadde ile yaptığımız bir şeyin madde ile yapılan aynı şeyle aynı yolda davranacağı şeklindedir. Ancak bunlar bir araya gelirlerse kıvılcımlar çıkararak birbirlerini yok ederler.
Demek oluyor ki, ilk simetrimiz uzayda ötelemedir. İkincisini de “zamanda öteleme” veya “zamanda ertelemenin fark etmemesi” olarak nitelendirebiliriz. Meselâ bir gezegeni Güneş’in etrafında belirli bir yönde harekete geçirelim. Aynı gezegeni; iki saat sonra veya iki yıl sonra ya da iki yüz yıl sonra, yani farklı bir anda aynı şartlarda yeniden harekete geçirirsek tamamen aynı şekilde hareket edecektir. Çünkü çekim yasası, hızdan bahseder ama ölçüme başladığımız mutlak an hakkında bir şey söylemez.
Aslında bu misalin tam olarak doğru olduğundan emin değiliz. Çünkü yerçekimi yasasının zamanla değişebilme ihtimali var. Bu ise, zaman ertelemesinin her zaman simetrik olmayacağı anlamına gelir. Çünkü milyarlarca yıl sonra çekim sabiti şimdikinden daha zayıf olacaksa, bizim deneysel Güneş ve gezegenimizin hareketlerinin milyarlarca yıl sonra aynı olacağı da doğru olamaz. Fakat bugün bilebildiğimiz kadarıyla zamanda bir erteleme hiçbir değişikliğe yol açmamaktadır ve simetriktir.
Bir başka simetri kanunu da “uzayda dönme”, sabit dönmedir. Bir yerde kurulmuş bir donanım ile deneyler yaptıktan sonra yalnız eksenleri farklı yönde olan tam bir benzerini alırsak o da aynı şekilde çalışacaktır. Burada da yine alâkalı olan her şeyi döndürmemiz gerekir. Sözkonusu olan sarkaçlı bir duvar saati ise ve saati yatay olacak şekilde döndürürsek sarkaç, kabininin duvarına dayanacak ve saat işlemeyecektir. Ama Dünya’yı da o istikamette döndürürseniz -ki o zaten dönmektedir- saat işlemeye devam edecektir.
Bu “döndürme imkânının matematiksel ifadesi oldukça ilginçtir. Belirli bir durumda ne olup bittiğini anlatırken veya bir şeyin nerede olduğunu belirtmek için sayılar kullanırız. Bunlar, bir noktanın koordinatları olarak adlandırılır. Meselâ, önümdeki uzaklığa x diyelim, y de solumdaki uzaklık olsun. O zaman bir cismin yerini, önden ne kadar, soldan ne kadar uzaklıkta olduğunu söyleyerek belirtebilirim. Döndürme konusunda matematiksel yaklaşım şöyledir (Şekil A): Bahsettiğimiz yöntemle x ve y koordinatlarını vererek bu noktanın konumunu saptarsak, başka yönden bakan bir başkası da aynı şekilde fakat kendi konumuna göre aynı noktanın konumunu x’ ve y’ olarak tanımlayacaktır. O hâlde bizim x’ koordinatımızın öteki kişi tarafından hesaplanan iki koordinatın bir karışımı olduğunu anlayabilirsiniz. Dönümün bağlantısı; x için x’ ve y’, y için y’ ve x’ karışımı bir ifade olacaktır. Kanunlar o şekilde yazılmalıdır ki, böyle bir karışım yapıp denklemlerde yerine koyduğumuzda denklemlerin şekli değişmesin. İşte simetrinin matematiksel ifade yolu budur. Denklemleri bazı harflerle yazarsanız; harfleri x ve y yerine farklı bir x olan x’ ve farklı bir y olan y’ ile değiştirme yöntemi, yani x ve y cinsinden formüller vardır. O zaman denklemlerin görünümü aynıdır, yalnızca harflerin üzerinde (’) işareti vardır. Bu, öbür kişinin o şeyi benim gördüğüm şekilde, yalnızca öbür tarafa çevrilmiş olarak gördüğü mânâsına gelir.
Şimdi de fizik kanunlarının simetrik olmadığı misallere göz atalım:Simetrik olmayan ilk fizik kanunumuz, “Ölçek Değişimi”dir. Arada sırada gazetelerde veya dergilerde maharetli birisinin kibrit çöpleriyle bir katedral yaptığını -birkaç katlı gotik bir katedral- okumuşsunuzdur. Neden kalın kütüklerden buna benzer büyük ve aynı şekilde süslü ve ayrıntılı katedraller yapmaya kalkışmıyoruz? Cevabı şu: Öyle bir şey yaparsak o denli yüksek ve ağır olur ki, çöker. İşte burada daha önceden bahsedilen önemli bir nokta var: İki şeyi kıyaslarken sistemdeki her şeyi değiştirmemiz gerekir. Kibrit çöpleri ile yapılan küçük katedral yer’e doğru çekilmektedir. Kütüklerden oluşan büyük katedral de daha büyük bir dünyaya doğru çekilmelidir. Yazık! Daha büyük bir dünya daha fazla çeker ve çöpler kırılır.
Ölçek değiştirildiği zaman fizik kanunlarının değişmez olmadığını ilk keşfeden Galileo olmuştur. Galileo, kemik ve çubukların dayanıklılığını tartışırken daha büyük bir hayvan için -iki katı eninde, boyunda ve kalınlığında diyelim- daha büyük bir kemik gerektiğini söyledi. Ağırlığın sekiz kat olacağını ve sekiz kat daha dayanıklı bir kemiğe gerek olduğunu ileri sürdü. Çünkü bir kemiğin taşıyabileceği yük, onun kesitine bağlıdır; kemiği iki kat büyütürseniz kesit alanı dört kat artar ve ancak dört kat fazla bir ağırlık çeker. Ancak bazı fizik hâdiselerinde ölçek değiştirildiği zaman matematik modelde değişme olmamaktadır. Bu tip fiziksel hâdiseler için, ‘ölçekleme simetrisini kabul ediyor’ denmektedir.
Simetrik olmayan fakat bir hayli ilginç olan bir fizik kanunu da “yansıma” problemidir. Diyelim ki bir saat yaptınız. Biraz ötede de birincisiyle aynı görüntüde olan başka bir saat yapınız (tıpkı sağ ve sol eldiven gibi). Birisinde bir yönde dönen yelkovan, diğerinde ters yönde dönüyor. İkisini de aynı anda kurup bırakırsanız acaba hep birbirleriyle uyumlu çalışırlar mı? Bu konudaki cevaplarınız müspet yönde olacaktır. Eğer saatler yerçekimiyle çalışsaydı, aynı uyumda çalışmaya devam ederlerdi. Elektrik veya manyetik alanla çalışsalar yine aynı olurdu. Saatlerin çalışması için nükleer bir reaksiyon gerekseydi yine bir değişiklik olmazdı. Fakat değişiklik yapan bir şey vardır; bunu şöyle açıklayabiliriz:
Polarize bir ışığı sudan geçirerek, sudaki şeker yoğunluğu saptanabilmektedir. Suya, ışığı ancak belirli bir eksende geçiren bir parça polaroid koyarsanız, ışığın giderek derinleşen şekerli sudan geçmesini sağlamak için, öbür uçtaki polaroid maddeyi giderek daha fazla sağa çevirmemiz gerekir. Sudan geçen ışığı öbür yöne çevirirsek dönme yine sağa doğru olacaktır. Saatlerde şekerli su ve ışık kullanabiliriz. Bir su tankımız olduğunu ve ondan ışık geçirdiğimizi farzedelim. İkinci polaroid parçasını da ışığın ancak geçmesini sağlayacak kadar döndürdüğümüzü düşünelim. Sonra ikinci saatimiz için ışığın sola doğru dönmesi umuduyla, birinciye tekabül eden düzeni kuralım. Ama ışık sola dönmeyecek, yine sağa dönecek ve sudan geçmeyecektir. Demek ki şekerli su kullanarak iki saati farklı yapabiliyoruz.
Fizik kanunlarının sağda ve solda hep aynı olup olmadıkları sorusunu daha iyi tecrübe etmek için meseleyi şu şekilde ele alabiliriz:
Mars’ta yaşayan birisiyle telefon bağlantısı kurduğunuzu ve ona dünyadaki nesneleri izah etmek istediğinizi farzedelim. İlk olarak kelimeleri anlatmak için işe sayı kavramından başlayabilirsiniz: ‘Tik=bir, tik tik=iki, tik tik tik=üç,…vs.’ Böylece Marslı kısa sürede sayı kavramını anlayacaktır. Sonra sırasıyla atomların ağırlıklarını ve orantılı ağırlıkları temsil eden bütün sayı dizilerini söylersiniz; “Hidrojen:1,008, (ardından) Döteryum, Helyum, vs” diye devam edersiniz. Marslı bu sayılara bir süre baktıktan sonra, matematiksel oranların elementlerin ağırlıklarının oranlarıyla aynı olduğunu fark ederek, bu isimlerin elementlerin isimleri olduğunu anlayacaktır.
Bu yöntemle onunla ortak bir dil oluşturabilirsiniz, fakat size “sizlerin nasıl göründüğünüzü merak ediyoruz” dediğini varsayalım. Siz “yaklaşık altı ayak boyundayız” dediğinizde size “bir ayak ne büyüklüktedir?” diye sorar. Siz de “çok kolay; altı ayak, on yedi milyar hidrojen atomu kadar uzundur” dersiniz. Evet, bu bir şaka değil. Marslı ile aranızda müşterek bir ölçek olmadığına göre kendinizi ona bu şekilde anlatabilirsiniz. Marslı bize “içiniz neye benziyor?” diye sorduğunda ona kalbi anlatır ve “şimdi kalbi hafifçe sol tarafa koy” deriz. Ama maalesef Marslı solun ne taraf olduğunu bilmiyor. Bunu da şu misalle açıklayabiliriz: Çekirdekteki yükün bir arttığı ve elektronun açığa çıktığı bir çok radyoaktif hâdise vardır. Meselâ, beta bozunması (desintegration). Burada ilginç olan şudur; elektronlar çıkarken kendi çevrelerinde dönerler. Bu dönmeyi ölçerseniz yönünün sol tarafa doğru (arkadan bakıldığında) olduğunu görürsünüz. Bunu da Marslıya “Dinle; radyoaktif bir madde, bir nötron al ve beta bozunması sonucu ortaya çıkan elektrona bak. Eğer elektron çıkarken yukarıya doğru gidiyorsa, onun dönme yönünü sapta. Bu elektron sırtından giriyor olsaydı dönme yönü sola doğru olurdu. Bu, solu tanımlar. Kalp de oradadır” şeklinde açıklayabiliriz. Solu ve sağı bu şekilde ayırdetme imkânı vardır.
Simetriler konusunda akla gelen başka bir soru da “her parçacık için antiparçacık vardır; elektron için bu pozitrondur, proton için de antiproton. Acaba madde için bir antimadde var mıdır?” sorusudur. Bu, ilke olarak uygundur. Çünkü antimaddedeki her atom, maddede olan atomların antiparçacıklarından oluşur. Meselâ Hidrojen atomu bir elektron ve bir protondan oluşmaktadır. Elektrik yükü negatif olan bir antiproton ile elektrik yükü pozitif olan bir pozitronu birleştirirsek antihidrojen atomu oluşur. Böyle bir şey gerçekte yapılmış değil, ancak ilke olarak her madde için antimadde yapılabileceği düşünülür. Peki antimadde, madde gibi mi davranır? Bildiğimiz kadarıyla evet. Çünkü simetri kanunların biri de antimadde ile yaptığımız bir şeyin madde ile yapılan aynı şeyle aynı yolda davranacağı şeklindedir. Ancak bunlar bir araya gelirlerse kıvılcımlar çıkararak birbirlerini yok ederler.
Bu hâdiseyle Marslı arasında bir bağlantı kurabiliriz. Eğer Marslı antimaddeden yapılmışsa onun elektronları pozitron olacağından ve ters yönde döneceklerinden Marslı, kalbi sağ tarafa koyacaktır. Şimdi de Marslı ile yüz yüze görüşme imkânımız olduğunu farzedelim. Ona doğru yürüyüp sağ elinizi uzattığınızda, o da sağ elini uzatırsa her şey yolunda. Ama eğer sol elini uzatırsa dikkat edin, birbirinizi yok edeceksiniz!!!
Sağ ile solu ayırdedebilmeyi beta bozunmasıyla gerçekleştirebiliyoruz. Bu da doğada sağ ile solun % 99,99 olasılıkla birbirinden ayırdedilemeyeceği demek oluyor. Ancak bu, aynı zamanda tamamen farklı tepetaklak, küçücük bir şeyin, küçücük bir olgunun varolduğu anlamına geliyor.
İşte bu, henüz hiç kimsenin en ufak bir fikir yürütemediği akıl ermez bir sırdır…
Sağ ile solu ayırdedebilmeyi beta bozunmasıyla gerçekleştirebiliyoruz. Bu da doğada sağ ile solun % 99,99 olasılıkla birbirinden ayırdedilemeyeceği demek oluyor. Ancak bu, aynı zamanda tamamen farklı tepetaklak, küçücük bir şeyin, küçücük bir olgunun varolduğu anlamına geliyor.
İşte bu, henüz hiç kimsenin en ufak bir fikir yürütemediği akıl ermez bir sırdır…
Çengelli İğne

Hayatımızın çeşitli zamanlarında yardıma koşan ve olmadık zamanlarda yolda,yolculukta yaşanan ufak tefek kazalarda bizi kurtaran bu buluşun tarihi eskilere dayanmaktadır.
Patent kayıtlarında Çengelli iğne 1849 yılında Walter Hunt adınadır. Ancak çengelli iğne aslında çok daha eski bir buluştur. Bu tarihten 2000 yıl öncesinde Romalıların yaylı bir çeşit çengelli iğne kullandıklarına dair kanıtlar var.
Romalılar birçok buluşa isimlerini yazdırmışlar ancak çoğu unutulup gitmiştir, taa ki yeniçağda tekrar icat edilene dek. 1842 yılında Thomas Woodward tarafından Amerika’da farklı yapıya sahip bir çengelli iğne için patent alınmıştı. Bu iğne, sıradan bir iğnenin uc kısmına takılan metal parça ile tutturuluyordu. Ancak bu hem güvenlik hemde kullanış sorunları doğuruyordu.
Patent kayıtlarında Çengelli iğne 1849 yılında Walter Hunt adınadır. Ancak çengelli iğne aslında çok daha eski bir buluştur. Bu tarihten 2000 yıl öncesinde Romalıların yaylı bir çeşit çengelli iğne kullandıklarına dair kanıtlar var.
Romalılar birçok buluşa isimlerini yazdırmışlar ancak çoğu unutulup gitmiştir, taa ki yeniçağda tekrar icat edilene dek. 1842 yılında Thomas Woodward tarafından Amerika’da farklı yapıya sahip bir çengelli iğne için patent alınmıştı. Bu iğne, sıradan bir iğnenin uc kısmına takılan metal parça ile tutturuluyordu. Ancak bu hem güvenlik hemde kullanış sorunları doğuruyordu.
Bazı buluşlar tesadüf eseri, bazıları birşeylerden esinlenilerek bazıları ise yıllar süren uzun çalışmalar sonucu ortaya çıkmaktadır. Çengelli iğne ise Hunt’ın teknik ressamlara olan borçlarını ödeyebilmek için geliştirdiği bir buluştur. Hunt oldukça zeki ve üretken bir mucittir.
Hunt’ın borç yaptığı insanlar ortaya bir iddia atmışlar ve bir tel parçası ile işe yarar bir buluş yapması halinde borçlarını kapatacaklarını ve üzerine para vereceklerini taahhüt etmişler. Hunt’ta bunun üzerine 3 saatlik bir çalışma sonrasında çengelli iğneyi icat etmiş.
Hunt bu icadından sadece ödül olarak aldığı 400$ ile yetinmiştir. Çünkü anlaşma yaptığı kişilere bu icadın patentini devretmek zorunda kalmıştır. Çengelli iğne 150 yılı aşkın bir süredir çok fazla bir değişikliğe uğramadan günümüzde hala kullanılmaktadır.
Hunt’ın borç yaptığı insanlar ortaya bir iddia atmışlar ve bir tel parçası ile işe yarar bir buluş yapması halinde borçlarını kapatacaklarını ve üzerine para vereceklerini taahhüt etmişler. Hunt’ta bunun üzerine 3 saatlik bir çalışma sonrasında çengelli iğneyi icat etmiş.
Hunt bu icadından sadece ödül olarak aldığı 400$ ile yetinmiştir. Çünkü anlaşma yaptığı kişilere bu icadın patentini devretmek zorunda kalmıştır. Çengelli iğne 150 yılı aşkın bir süredir çok fazla bir değişikliğe uğramadan günümüzde hala kullanılmaktadır.
Mutfağınızı Küçük Dokunuşlarla değiştirin
malzemeler
___________
Yapışkan film
renkli kabartmalı çıkartmalar
Taş Paspas

ihtiyacınız olan şey araba paspası yada buna benzer bir şey, kuvvetli bir yapıştırıcı, biraz vernik ve biraz taş (köşesiz ve pürüzsüz olmasına dikkat edin yoksa yazık olur ayaklarınıza :) )

paspasın üzerine taşları yavaş yavaş yapıştırmaya başlayın. taş yerleşimini en az boşluk kalacak şekilde dizayn etmeyi unutmayın. tüm taşların iyice yapıştığına emin olduktan sonra taşların üzerini vernikleyin, ve kurumasını bekleyin. İşte sonuç...
Eşyalarınızı saklamanın kolay yolu

Malzemeler: Kalın bir kitap yada ansiklopedi, falçata, beyaz tutkal, kalem, cetvel, su
Bir kapta bir miktar beyaz tutkal ve suyu karıştırın (karışımda %70 tutkal %30 su olsun). Elde ettiğiniz solisyonu kitabın yapraklarına sürün (yan çevrelerine). dikkat edin üst kapağa hiçbir şekilde solisyon gelmemeli.

yaklaşık 30 dakika boyunca bu şekilde kalmalı.sürenin bitiminin ardından kesilecek sayfaların kenar boşluklarını 0,5 cm ayarlaya
rak bir cetvel yardımı ile çizgilireri belirleyin. sonra yine cetvel yardımı ile falçatayı kullanarak kesin. dikkat edin alt kapağa zarar vermeyin. sonra kesilen parçaları tek tek çıkartın (aman dış çerçeveye dikkat..).

kitabın iç duvarını beyaz tutkal ile çevreleyin ki parçalar birbirinden ayrılmasın. sonra ilk yaptığımız kurutma sistemini yine uygulayın
Dünya'nın en derin yeri
Dünya'nın en derin yeri Marianna çukuru 11 km yerin dibindedir. Pasifik Okyanusu'nda, Guam adasinin guney batisindadır. tam tamina 11033 metredir. Bir kilogram agirligindaki bir cismin okyanusun en derin noktası olan Mariana Çukuru'na ulasmasi tam bir saat alir.Marianna çukuru Filipinler enleminde, Japonya ile Papua Yeni Gine'nin ortasında bir tektonik levhanın diğerinin altına girmesiyle oluşmuş bir coğrafi oluşumdur İçinde canlı yaşayıp yaşamadığı bilinmese de ancak psikopat canlıların yaşayacağı kabul edilmektedir.
Serap nasıl oluşur?
Serap; atmosferde ışık ışınlarının kırılmasından doğan bir optik yanılmadır, uzaktaki bir cisme bakarken sanki bir su yüzeyinden yansıyormuş gibi, cisimle birlikte ters görüntünün oluşumudur.
Çöl ya da sıcak asfalt gibi çok sıcak yüzeylere yaklaşan hava çok ısınır. Güneş ışınları da daha soğuk havadan çok sıcak havaya geçerken yansır. Bundan dolayı su yansıması gibi bir görüntü oluşur.
Suya belli bir yan açıdan bakınca neden ayna gibi yansıma görürüz? Çünkü su farklı bir ortam olduğu için ışık oraya o açıdan giremez. Yansır ve ilerideki diğer cisimleri görürüz, ağaç, bulut gibi. Aynı fiziksel olay serapta da yaşanıyor. Işık ışınları normal ilerlerlerken yere çok yaklaştıklarında çok farklı bir ortam onları karşılıyor. Yer aşırı sıcak olduğu için yere yakın bölgeler de havaya göre aşırı ısınmış oluyor ve ışık ışınları buraya giremeden yansıyor. Biz bu olayı yalnızca su birikintilerinde gördüğümüz için yerdeki görüntüyü de su sanıyoruz. Hatta hafif esintilerle bu su birikintisi görünümlü sıcak havanın üzerinde dalgalanmalar bile belirebiliyor.
Çöl ya da sıcak asfalt gibi çok sıcak yüzeylere yaklaşan hava çok ısınır. Güneş ışınları da daha soğuk havadan çok sıcak havaya geçerken yansır. Bundan dolayı su yansıması gibi bir görüntü oluşur.
Suya belli bir yan açıdan bakınca neden ayna gibi yansıma görürüz? Çünkü su farklı bir ortam olduğu için ışık oraya o açıdan giremez. Yansır ve ilerideki diğer cisimleri görürüz, ağaç, bulut gibi. Aynı fiziksel olay serapta da yaşanıyor. Işık ışınları normal ilerlerlerken yere çok yaklaştıklarında çok farklı bir ortam onları karşılıyor. Yer aşırı sıcak olduğu için yere yakın bölgeler de havaya göre aşırı ısınmış oluyor ve ışık ışınları buraya giremeden yansıyor. Biz bu olayı yalnızca su birikintilerinde gördüğümüz için yerdeki görüntüyü de su sanıyoruz. Hatta hafif esintilerle bu su birikintisi görünümlü sıcak havanın üzerinde dalgalanmalar bile belirebiliyor.
Bir bardak sıcak su, buzdolabında soğuk sudan daha çabuk donar!

Bir bardak sıcak su, buzdolabında soğuk sudan daha çabuk donar.Bunun sebebi moleküller arasındaki uzaklıktır. Su ısındıkca genleşme olur ve molekkuller arasındaki uzaklık artar ve daha geniş bir yuzeyi soğukla temas ettigi için daha hızlı donar. ayrıca sıcak su içerindeki moleküller çok fazla hareket ettiğinden iletlenlikleri artar yani ortamdan çok daha fazla etkilenir. sıcak olan ısı kaybı daha hızlıdır daha çabuk katılaşır. soğuk olan ise zaten molekülleri birbirine sıkı olduğu için çok geç hâl değişir. bundan dolayı sıcak su dıştan donar. normal su ise eşit dağılımlı donar. sıcak sunun iç bölgesi sıvı kalır bimüddet. çünkü ısı kaybı yapamaz.
Pet Şişelerden Kendi Seranızı yapın

1.5 lt 'lik yerine 5 Lt 'likler daha kullanışlı olursa da evlerde ve balkonlarda kullanım için bunun da uygun olabilir.Pet şişenin altından 10-12cm'lik bölümdeki en kısımdan ve onun 1-2 cm üstündeki daha bölümden dikkatlice kesin. Alttakinin dar olması gerekiyor. Üst bölüm alt kısmın üzerine geçecek!Siyah bir çöp torbasını alt parçanın içine sığacak öliçüde kesin
Bir parça teli ocakta ısıtınAlt parçanın dibine su gideri için delikler açın.İki parçayı birbirine geçirerek, iki yanından, ikisine de, birlikte birer delik daha açın.Alt parçaya siyah naylonu yerleştirerek içine toprağı doldurunÜst parçayı geçirip iki yandaki deliklere birer kibrit çöpü geçirerek taşırken ayrılmayacak hale getirin.
Ateş Böceği Nasıl Işık Çıkarır?

Yaz gecelerinin karanlığında otların arasında veya havada uçarken parıldayan, yanıp sönerek sarı-yeşil bir ışık veren bir böceği görmüşsünüzdür. Yanına yaklaşıldığında ışığını söndüren, gece karanlığında izini kaybettiren bu böceğin ismi ateş böceğidir.Aslında bu böceğin verdiği ışığın ateşle de sıcaklıkla da bir ilgisi yoktur.
Bunun bilimsel adı ’soğuk ışık’tır ki günümüz teknolojisi bu ışığı henüz yapay olarak üretmeyi başaramamıştır. Bilim insanları dünyada milyonlarca yıldır mevcut olan bu tabiat teknolojisinin önce çalışma mekanizmasını çözmek sonra da taklit ederek insanlık hizmetine sunabilmek için çalışmalarına hız vermişlerdir.Kısa bir zaman öncesine kadar sürtünme veya ısı olmadan ışık elde etmenin imkansız olduğuna inanılıyordu.Nasıl ki normal bir ampul kendisine verilen enerjinin yüzde 4′ünü, florasan ampul ise yüzde 10′unu ışığa dönüştürebiliyor, geri kalanını ısı olarak yayıyorsa, ateş böceğinde de benzer bir durum olduğunu sanan bilim insanları, böceğin bu iş için kullandığı enerjinin tamamını ışığa dönüştürebildiğini tespit edince hayrete düştüler. Gelelim ateşböceğinin ışık üretme mekanizmasına… Aslında ateş böceklerinin ışık verme reaksiyonları o kadar hızlıdır ki bu fonksiyonun kademelerini incelemek hemen hemen imkansızdır.
Bunun bilimsel adı ’soğuk ışık’tır ki günümüz teknolojisi bu ışığı henüz yapay olarak üretmeyi başaramamıştır. Bilim insanları dünyada milyonlarca yıldır mevcut olan bu tabiat teknolojisinin önce çalışma mekanizmasını çözmek sonra da taklit ederek insanlık hizmetine sunabilmek için çalışmalarına hız vermişlerdir.Kısa bir zaman öncesine kadar sürtünme veya ısı olmadan ışık elde etmenin imkansız olduğuna inanılıyordu.Nasıl ki normal bir ampul kendisine verilen enerjinin yüzde 4′ünü, florasan ampul ise yüzde 10′unu ışığa dönüştürebiliyor, geri kalanını ısı olarak yayıyorsa, ateş böceğinde de benzer bir durum olduğunu sanan bilim insanları, böceğin bu iş için kullandığı enerjinin tamamını ışığa dönüştürebildiğini tespit edince hayrete düştüler. Gelelim ateşböceğinin ışık üretme mekanizmasına… Aslında ateş böceklerinin ışık verme reaksiyonları o kadar hızlıdır ki bu fonksiyonun kademelerini incelemek hemen hemen imkansızdır.
Yani ışık üretim mekanizması hakkındaki bilgiler hala teoride kalmaktadırlar. Kesin olarak bilinen bunun moleküler seviyede kimyasal bir işlem olduğu, bazı moleküllerin ayrışarak daha yüksek enerjili hale geçebildikleri ve bu fazla enerjiyi ışığa dönüştiirebildikleridir.
Ateş böceğinin karın bölgesindeki ışık organında bulunan guddelerden, ışık elde elmede rol alan iki ana kimyasal madde üretilmekledir. Bunlardan birincisinin kimyasal yapısı aydınlatılmış ve yapay olarak elde edilmiştir. İkincisinin ise yapısındaki gizem çözülmesine rağmen sentetik olarak üretilmesi hala mümkün olamamıştır.Ateş böceklerinde üretilen iki kimyasalın birleşiminin de ışık vermeye tam olarak yetmediği, böceğin ışık bölgesine yakın solunum organının ışık verme anında burayı oksijenle beslemesi gerektiği tespit edilmiştir. Bilinmeyen bir başka ayrımı ise bu ışığı hangi şalterin açıp kapadığıdır.
Bu gizemli böceklerin 2 bin çeşidi olup erkekleri uçabilirken dişileri kanatsızdırlar. Erkekler dişileri aramak için geceleri uçarlar ve ışıklarını birbirleri ile iletişim kurmak için kullanırlar. En iyi ışık verimini gelişmiş dişiler verir. Ateş böcekleri geceleri 3 saat süreyle ışık verebilirler.
Genellikle ısırarak zehirledikleri salyangozları yedikleri için kireçli toprakların olduğu nemli bölgelerde daha çok görünürler. Parlamayı sağlayan kimyasal maddeler sayesinde, kazara onu yiyen bir düşmanı kusmak zorunda kalır ve bir daha başka ateş böceği yemeye teşebbüs etmez.
Ateş böceğinin karın bölgesindeki ışık organında bulunan guddelerden, ışık elde elmede rol alan iki ana kimyasal madde üretilmekledir. Bunlardan birincisinin kimyasal yapısı aydınlatılmış ve yapay olarak elde edilmiştir. İkincisinin ise yapısındaki gizem çözülmesine rağmen sentetik olarak üretilmesi hala mümkün olamamıştır.Ateş böceklerinde üretilen iki kimyasalın birleşiminin de ışık vermeye tam olarak yetmediği, böceğin ışık bölgesine yakın solunum organının ışık verme anında burayı oksijenle beslemesi gerektiği tespit edilmiştir. Bilinmeyen bir başka ayrımı ise bu ışığı hangi şalterin açıp kapadığıdır.
Bu gizemli böceklerin 2 bin çeşidi olup erkekleri uçabilirken dişileri kanatsızdırlar. Erkekler dişileri aramak için geceleri uçarlar ve ışıklarını birbirleri ile iletişim kurmak için kullanırlar. En iyi ışık verimini gelişmiş dişiler verir. Ateş böcekleri geceleri 3 saat süreyle ışık verebilirler.
Genellikle ısırarak zehirledikleri salyangozları yedikleri için kireçli toprakların olduğu nemli bölgelerde daha çok görünürler. Parlamayı sağlayan kimyasal maddeler sayesinde, kazara onu yiyen bir düşmanı kusmak zorunda kalır ve bir daha başka ateş böceği yemeye teşebbüs etmez.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)